İddianamedeki ideoloji: Hep aynı marangoz hatası
12 Eylül iddianamesi ideolojik içerik olarak da 12 Eylül’le
bugün arasındaki devamlılığın bir kanıtı. İddianamenin bir bölümünde emek
örgütlenmelerine ve sol-sosyalist düşüncelere karşı adeta ideolojik bir
manifesto yazılıyor. “Kürt” kelimesinin hiç yer almamasının sebebi de bu
ideolojik tutum.
12 Eylül iddianamesine dair (biri daha iddianame kabul
edilmeden) yazdığım iki yazıda, iddianamenin oturduğu politik bağlamı ve
içeriğinin hukuki analizini sunmaya çalıştım. Bu yazıda konu içeriğin ideolojik
özellikleri.
Hemen bir soru: İddianamede Kürt lafı bile geçmiyor, neden?
Oysa Diyarbakır cezaevi 12 Eylül zulmünün en kanlı
sahnelerinden biriydi. Oysa Kenan Evren meydanlarda “Kürt yoktur” derken, kanunlarda
Kürtleri yok sayacak (demek ki giderek yok edecek) nutukları atıyor, kanun
görünüşlü emirnameler yağdırıyor, emri altına aldığı devlet teşkilatı da nefes
almaksızın talimatlarını uygulatma peşinde koşuyordu.
“Kürt sorunu bugünkü haliyle Diyarbakır cezaevinde doğdu”
sözü bu yüzden ortaya çıktı, bu yüzden revaçta; iddianameyi beğenenler bile bu
lafa katılıyor. “Artık cezaevlerinde Kürtçe konuşuluyor ama” diyecekler
çıkabilir, evet, ama cezaevinde Kürtçe konuşmak isteyenler duruşmalarda da
konuşmak istiyor ve mikrofonları kapatılıyor; 30 yılda iyi mesafe doğrusu!
İlk neden iddianamenin ideolojik perspektifiyle ilgili. Yargıladığını
öne sürdükleriyle tamamen örtüşen bir perspektif bu: Ekonomide neo-liberal,
politikada otoriter, ülke dizaynında homojen yani dili ve diniyle aynılaşmış
toplum yanlısı, kültürel planda Türk-İslam sentezcisi.
İkinci neden , ilkinin de devamı. Türkiye’deki mahkemelerin
duruşma düzenini belirleyen “marangoz hatası” aslında Türkiye’deki düzeni belirleyen
“marangoz hatası”yla aynı.
Malum hikaye, duruşmalarda savcılar, hakimlerle aynı
yükseklikte, aynı kürsüde oturur; sanık ise karşılarında, yerde durur ve
savunma hakkının cisimleşmesi sayılan avukat sanıkla aynı düzlemde, hakim ve
savcıların aşağısında durur.
İddia-Savunma
makamlarının eşitliği ilkesine uymayan bu dizaynın nedeni sorulduğunda da
vakityle biri, “Bu bir marangoz hatasıdır. Kürsü öyle kesilip biçilmiş bir
kere” deyivermiş. İşte iddianamede “Kürt” olmayışının sebebi, başlangıçta bir
yerlerde birilerinin Türkiye’nin düzenini sadece Türkler için (Yani Kürtsüz)
kesip biçmesi. Bunun ağır sonuçları da malum, çeşitli defalar Kürtler kesilip
biçildi.
WIKIPEDIA REFERANSLI İDEOLOJİ
İddianamenin ideolojik perspektifi, I. Bölümünün “2. Demokrasi”,
“3. Tanım”, “4. Çoğulcu Demokrasi” bölümlerinde yoğun biçimde ortaya konuluyor.
Ayrıca II. Bölümünün, “1. 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi Öncesi Meydana Gelen
Önemli Terör Olayları” bölümünde hayli malzeme var.
Bu bölümlerde özet bir demokrasi tartışması yapılıyor.
Savcılık makamı wikipedia ve kafası da içeriği de hayli karışık bir internet
sitesinden aldığı tanımlarla yazıyor. Demokrasinin “düşmanı” olarak proleterya
diktatörlüğüne dayalı sosyalist demokrasi zikrediliyor. Fakat demokrasiyi
değişik yerlerde, defalarca yerle bir etmiş faşizm biçimlerinin esamesi
okunmuyor.
Demokrasi kavramının tarihinin 2500 yıl olduğunu söyleyen
iddianame, tartışmanın sadece iki yüzyıllık bir tarihi olan “sosyalist
demokrasiyle” “çoğulcu demokrasi” arasında olduğunu dile getiriyor ki bu da 12
Eylül söyleminin tipik bir özelliğiydi. Kenan Paşa, “Bu demokrasi bize bol
geldi” derken, “ideolojik, politik ve bölücü” iç ve dış mihrakların tasfiyesi
sağlanmadan, bir de ekonomik kalkınma tamamlanmadan “bol demokrasi”li bir ortama
geçilemeyeceğini sık sık vurgulardı. Aforizması da vardı: “Milli gelirimiz
bizim de 15 bin dolar olsun, biz de komünist parti kurulmasına izin veririz.”
Herhalde henüz o seviyeye gelinmediği için bir tedbir olarak İdris Naim Şahin
bakan yapıldı. Neyse.
Şimdi, her türlü muhalif politik ve idolojik bakışların
şeytan ilan edilmesi halinde ne olduğunu düşünelim: Geriye sadece ekonomik ve
siyasal egemenlerin egemenliklerini yürütmelerine izin verecek, yani devletin
makbul görüp, koruyup kolladığı ideolojik ve politik perspektif kalır.
EMEK ÖRGÜTLERİNE HAYIR!
Bu düşünce paralelinde 12 Eylül öncesi emek örgütlenmeleri,
“ideolojik” olmakla suçlanıp politik açıdan mahkum ediliyor iddianamede.
Savcılar, bu “mahkumiyeti” şu cümleyle dile getiriyor:
“Toplumda yasal olarak örgütlenen sivil toplum kuruluşları,
ekonomik ve sosyal amaçlardan çok siyasi ve ideolojik amaçlarını ön plana
çıkarmışlardı.”
Demek ki Türkiye’de yargının onayladığı demokraside
“ekonomik ve sosyal amaçlar” dışında örgütlenme yasağı var. Bugünün yönetimi de
çeşitli muhalif kişi ve kuruluşları “başka amaçlar peşinde” olmakla sık sık
suçlarken hem savcılığın hem de 12 Eylül’ün mimarlarının söylemleriyle
örtüşüyor. Dolayısıyla iddianame bize Türkiye’deki örgütlenme hakkının devletin
ve onun hukuk adamları nezdinde “ekonomik ve toplumsal” alanla sınırlı
görüldüğünü” ilan ediyor.
Bu bakış hem KCK operasyonlarını, hem Hopa vakasını, hem de
sair tutuklama ve baskılamaları izah ediyor aslında: Kürt siyasal hareketi,
sol-sosyalist muhalefet, mevcut ekonomik ve politik egemenlerin ideolojik bakışı
dışında bir bakış peşinde, o halde soruşturulmaları, koğuşturulmaları normal.
“GENEL İRADE” DEMİŞKEN…
Hakkını yememek lazım, iddianamede “çoğulcu demokrasi”yle
“çoğunlukçu demokrasi” arasındaki farka dair sözler de yer alıyor; hatta
Rousseau’nun “genel iradesi”ne getirilen eleştiriler paylaşılacak kadar
derinlik de göze çarpıyor bir bölümde. Hatta, “genel irade”ye, onu
mutlaklaştıran “milli irade”ci yaklaşıma eleştiri yöneltilirken, mevcut
hükümetin söylemleri eleştirilir gibi oluyor bir an. Bir cümle:
“Demokrasi elbette çoğunluğun yönetimi ilkesine dayanmakla
birlikte, bunu azınlığın temel haklarıyla bağdaştıran bir yönetim biçimidir.”
Bu cümleden yola çıkılacak olduğunda, temel azınlık
haklarıyla 12 Eylül uygulamalarının bağdaşmadığı yerlere gitmek gerekmez miydi?
Gidilmiyor çünkü hem o yolun Kürt sorununa çıkacağı biliniyor hem de oraya
çıktığında 12 Eylül’den bu yana yürütülen politikaların devamlılığının yarattığı
hukuki ve teorik sorunlarla yüz yüze gelineceği biliniyor.
Özetle, 12 Eylül ekonomide neo-liberal, yönetimde otoriter
ve toplumsal tasarımda azınlıkları yok sayan bir kafa yapısının işiydi.
Muhalefeti ancak iktidarın temelini onayladıktan sonra, yani evcilleştirdikten
sonra onaylayan bir kafa yapısı. 30 yıldır şekilden şekile girip saklanan, şu
günlerde yeniden bütün çıplaklığıyla ortaya çıkan kafa yapısı. 12 Eylül’ü yargılamayı
amaçladığı söylenen iddianamede de onaylanan bir kafa yapısı.
Son bir soru: Bir ceza davası metni neden bir
politik/ideolojik manifesto görevi de görsün istenmiş olabilir? Cevap şu mu:
Hükümetin devşirdiği entelektüel kadrolar kendilerini hakim ve savcı ilan
ettiği için savcılarla hakimler de boşluğu dolduruyor!
İLGİLİ YAZILAR:
ve
12 Eylül sonrasına dair kısa bir kronolojik bakış için:
Yorumlar
Yorum Gönder