"Maraş'ta yine bizi öldürdüler!"
Kapı komşular Maraş’ta nasıl yüzleri aşan masum Alevi’yi
katledebildi? Sözde piyangoculara, esrarengiz Amerikalılara sığınılarak yanıt
verilemez buna. Maraş’ı anlamanın anahtarı, şiddetin dilde ve siyasette gördüğü
işleve bağlı ve ne yazık ki itibara.
ALİ TOPUZ
“Li Meraşê disan em kuştin.” Güngörmüş Koçgiri kadını,
babaannem Maraş’ı duyduktan sonra günlerce ağladı. Ne olduğunu sordum, şöyle
dedi: “Maraş’ta yine bizi öldürdüler.” Çocuktum, anlamakta zorlandım. Biz
burada, İstanbul’dayken Maraş’ta nasıl öldürülmüş olabilirdik?
Ağlayan sadece babaannem değildi. Maraş, aileye, akraba
evlerine, aşirete sessizlik ve gözyaşı bombası olarak düşmüştü. İşler ağır
görülüyor, sessizce konuşuluyor, büyükler bizi uzak tuttukları toplantılar
yapıyorlardı. Korkmamızı istemiyorlardı ama korkmaları korkmamız için
yeterliydi. Biz, öldürülebilir olandık. Güçsüz olan. Çare düşünüyorlardı. Sonradan
öyküler geldi, Maraş’tan acılı, yakıcı kesitler. Çivi gibi insanın zihnine,
ruhuna saplanan dağlayıcı öyküler.
Öykülerden anladığım, yine öykülerini ezbere bildiğim Dersim
yaşanmış gibiydi. Zaten Dersim öyküleri, Koçgiri öykülerini, onlar da Ermeni
öykülerini çağırıyordu. Hiç açılmayacak arşivlere karşı, hiç kapanmayacak
hafıza. “Aşırılıklar çağı”nın aşırı acıları. Tarifi, tasfiri bile acı ve utanç
vermeye yeten, suç olan öyküler. Kerbela’yı tekrarlayan öyküler.
Bir fark vardı ama. Koçgiri’yle, Dersim’le pek de uyuşmayan
bir şey. Farkı 1993’te, Sivas’ta kavradım: Dersim ve Koçgiri öykülerinin zalimler
listesinde olmayan figürler vardı Maraş’ta. Sivas’ta yine onları görmüştük:
Kitleler. Sivas’taki kitleler “yabancı”ydı; Maraş’takiler değil: Komşular,
kirveler, iş ortakları, mesai arkadaşları, birlikte gülünen, ağlanan, acının,
tatlının paylaşıldığı insanlar.
İKİ EKSİK AÇIKLAMA
Bu “kitleler”e iki açıklama getiriliyor. Biri toptan
aklıyor, biri suçluyor. Aklayana göre Maraş’ta da, Sivas’ta da tahrikçi
yabancılar vardı. (Sivas’ta “tahrik” mağdurlara da atfediliyor, utanmazca.)
Tahrikçi yabancılar ve onlara bildiğimiz (darbe yapmak gibi) ve bilmediğimiz
çıkarları gereği yardımcı olan kamu görevlileri. MİT, asker vs... İşte
Radikal’in Maraş yazı dizisinin birinci gününde 19 piyangocuya ve Amerikalı
esrarengiz şahsa bu çerçevede aşırı vurgu yapılıyordu; “tahrik olan halk da…”
bildiğimiz cinayetleri işledi. Bu aklayıcı tezin yanında bir de o kitleleri
kökten suçlayan biraz mezhebi, biraz din karşıtı bakış var: Kötülük onların
içinde!
Bunlar kolaycı tezler. “Bizi yine öldürdüler” diyen
babaannemin geleneksel bilgi biçimi ve inancı, Sünni Müslümanlık’ta saf
kötülük, Yezidlik olduğunu söylemesine yol açabilir; fakat bu tezin
çeşitlenerek bugün yinelenmesi, kötülüğü ne anlamaya ne de engellemeye yeter. “Sünni
Müslümanlar öyle şey yapmaz”dan farksız. Aynı şey din karşıtı bakış için de
geçerli. İkisi de Maraş’ta komşularını korumak için çırpınan, ölümü göze
alanları açıklamaz, örneğin.
O halde siyasete bakmak gerek. Şiddet çünkü, Jan Assmann’ın özlü
ifadesiyle “dinsel bir mesele değil, siyasi bir mesele”dir. Siyasi alan baktığımız
zaman Maraş pogromuna ilişkin “tahrik” tezleri de, “geleneksel dinsel/mezhebi
kodlar” tezleri de yeniden şekillenir, yerine oturur.
MADDİ ZEMİN, SÖZEL KIŞKIRTMA
Radikal’ın dünkü (Maraş özel yayını gibiydi, yakışmıştı.)
nüshasında Sırrı Süreyya Önder, Maraş gibi kitle kıyımlarıyla servet transferi
arasındaki bağa olağanüstü belagatiyle işaret ederken, meselenin siyasi yönlerinden
birini vurguluyordu: Servet biriktirmenin, korumanın ya da aktarmanın bir yolu
olarak şiddet.
Aynı Radikal’de Özgür Mumcu, “tahrik” meselesine bir başka
noktadan yaklaşıyordu; evet, tahrik vardı ama bu esrarengiz isimler-karanlık
ellerden çok, kamuoyu oluşturan ağızların ve kalemlerin aleni söylemleri olarak
vardı. (Mumcu’nun yazısının yanı sıra, Orhan Tüleylioğlu’nun ‘Kahramanmaraş
Katliamı’ kitabına bakmak çok yararlı.)
Şiddetin dilinin basında, siyasette ve toplumda dolaşımda
kalmasına rıza gösteren siyaset, şiddetin sonuçlarını da çağırır. Çünkü: “İster bireysel, kolektif düzlemde, ister
kurumsal düzlemde olsun, fiziksel şiddete başvuruyu, iletişim formlarındaki ve
dildeki tırmanma süreçleri önceler.” Ve “… bilhassa politik ve kurumsal iktidar sahiplerince yerine
getirildiğinde dilde şiddettin sadece seyrek biçimde fiziksel sonuçları
yoktur.” (Hubert Christian Ehalt; Tektanrıcılık ve Şiddetin Dili, Jan Assmann,
Avesta yayınları)
Katliam, etnik temizlik, pogrom ve jenosid gibi insanlığa
karşı suçlardaki siyasetin payı, kimi zaman düzenleyici güç olarak açıkça görülmesinden
ibaret değil. Geleneksel, kültürel kodlardaki nefret öğelerinin harekete geçip
geçmemesi, ekonomik-siyasi çıkarların sağlanmasında şiddetin sahne alması,
siyasetin tercihlerine bağlı.
SİYASETİN DURDUĞU YER
Siyaset, insanlığa karşı suçları hukuk sistemine alarak her
tür nefret söylemine cephe almış olduğunu öne sürebilir; sürüyor da. Fakat bir
şey eksik: Mezhebi, dinsel, ırksal, bölgesel, siyasal ayrımcılıklara karşı
hiçbir atak yok. Ne mağdurun kayıtsız şartsız korunması, ne nefret
söylemlerinin temizlenmesine yönelik herhangi bir program.
O halde bugünkü siyasete, siyaseti göreceğimiz alametlere
bakalım. Basit bir örnekti, ama yeterli: Maraş’ı anmak için gidenler kente
alınmadı. Siyasetin konumu açık: Mağdurun, mazlumun yanında değil! Nefret
suçlarında mağdurların, mazlumların, hedef olmuş ya da olabilecek herkesin
yanında kayıtsız şartsız durmayan, bugün masum görünen komşuların, hısımların,
eş dostun yarın benzer pogromlarda ortaya çıkmasına şaşıramaz.
İNKÂR DA SUÇUN PARÇASI
Soykırımın inkârının suç olarak düzenlenmesine yönelik
modern eğilimin temelinde siyaset-şiddet-toplumsal kodlar ve dil arasındaki
bağa dair bilinç yatar: Nefret suçu dilde de yer alan bir şiddetle işlenir, beklenirse,
gecikilirse fiziğe dökülür ve inkâr da suç oluşturan fiilin devamıdır.
Hem maddi saikler hem geleneksel/dinsel kodlar (bütün
toplumlar, din ve mezhepler) için geçerlidir bu. Soykırım ya da pogrom fikir
değil, dilde yuvalanan bir kötülük biçimidir; o yüzden yönlendirici söylemleri
de, engellemedeki ihmaller de, inkârı da suçtur. Protestocuları Maraş’a
almamak, pogromun inkârıdır. Bu, siyasetin (“Henüz” mü desem? Acaba bunu
istiyor mu? Yine de iyi niyetli kuralım cümleyi) pogromun ne olduğunu kavramak
istemediğini gösterir. Tıpkı Gülsün
Bilgehan’ın Dersim’in kayıp kızlarına ilişkin sözlerinin, soykırımın ne
olduğunu kavramak istemediğini gösterdiği gibi. Tıpkı Recep Tayyip Erdoğan’ın,
Aleviliği yuhalayan seçmenleri susturmazken dinsel/geleneksel kodların siyasi
şiddet diliyle buluşmasının hangi felaketlere yol açacağını kavramak
istemediğini gösterdiği gibi.
Şiddet-siyaset bağıntısını kurarken net ifadelerine
borçlandığım Hubert Christian Ehalt’ın yardımıyla bitireyim: “Dilde ve eylemde
şiddete hazırlık ile şiddete başvurmanın geriletilmesi, toplum ve kültürde (…)
daimi bir görev ve ödevdir. Bir daha “biz”i öldürmemeleri için. Toplumumuzdaki
herhangi bir “biz”in öldürülmemesi için. Acil siyasi görevlerden bir görev ve
ödev.
Yorumlar
Yorum Gönder