Kayıtlar

2012 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

49'larla başlayan 50 yılın öyküsü

Resim
Şerafettin Elçi'nin  49'larla başlayan politik  öyküsü, Kürtlerin hak taleplerine  hep verilen cevabın öyküsüdür:  Baskı, hapis, sürgün, işkence, kurşun...   Malum, Şerafettin Elçi 1979’da, “Ben de bir Kürdüm” dediği için 2 yıl altı ay hapis yattı. CHP’nin bakanıydı. Yönetim sivillerdeydi, 12 Eylül’e beş vardı. Fakat öykü burada başlamaz. Şerafettin bey hukuk fakültesi ikinci sınıf öğrencisiyken 1959’da tutuklanır, 49 kişiyle birlikte. Bütün operasyonun sebebi olarak da Musa Anter’in Kürtçe siyaseti hicvettiği metindeki “Kımıl” şiiri gösterilir. Şiirde bir şey söylendiğinden değil, Kürtçe olduğundan. Yönetim sivillerdeydi, 27 mayıs darbesine beş vardı. Olayın adından acı bir ayrıntı: Bir kişi, Siirtli M. Emin Batu gözaltındayken can verdi. O yüzden vaka ‘50’ler” değil, “49’lar” diyoruz. Ölenin hesaptan kolay düşüldüğü bir tarihtir Kürt tarihi. DİLSİZLİK SONA ERERKEN 49’lar içinde yaşını başını almış kişiler de vardı ama çoğunluk genç ve öğrenciydi: So

Geçti üniversite kervanı, güldürme beni

"Ulemanın makbulü sultana uzak durur, sultanın makbulü ulemaya yakın." Ebu Hanife böyle demiş. Ulema ile sultan, ilim ile idare hep ciddi bir mesele olageldi. Ciddi ve netameli. İkisinin birbirine zıt, birbirini dışlayan şeyler olduğu çok iddia edildiyse de bu bir iddia her ileri sürüldüğünde yeniden kanıtlanmak zorunda kaldı, kalacak da. “İdare ya ilimle olur ya zulümle. Bizde ilim yoktu o yüzden zulümle hükmettik” sözü de Timur ’un. Bu savaşçı tiranın sözünde, zulmün bir idare ilmi olduğunu çıkarmak pek zor değil: İlim diye ayrı tutulan  şeyin kendisi olmadan da idare pekala yürüyorsa, yani zulüm idareyi yürütmek için yeterliyse, zulmün idarenin ilmi, yani idarenin yeterli bilgisi olduğunu söyleyebiliriz. Bugün fark açıkça söylenmiyor, zulme ilim deniliyor doğrudan. “Ulema” ile bugünün üniversite hocası, sultanla bugünkü yöneticiler aynı şey değil denilecek, elbette, fakat bin yıllık farkı çıkarırsak baş başa kalan şey aynıdır: Bilgi ile idare, bilim ile iktidar.

Yine Maraş’tan bir haber geldi

Kahramanmaraş Valiliği,  yine Maraş olaylarının  anılmasına ve elbette  lanetlenmesine engel oldu. Kahramanmaraş’tan bir haber, rutin: Maraş katliamının anması bu yıl da yasak. Kim yasaklar? Vali. Maraş katliamı konusunda pek sevilen bir “piyangocular, karanlık kişiler” öyküsü anlatılır. Devlet de bu öyküye inanmış görünür. Peki madem karanlık kişilerdi bunu yapanlar, bu karanlık kişileri lanetlemek ve mazlumları anmak için Maraş’a gelenlere neden izin verilmez? Cevabı beraber arayalım. Maraş sadece 1978’in 19 Aralık’ında başlayıp 24 Aralık’ında biten o kanlı beş günden ibaret değil. Evveliyatı var. 11 yıl öncesine gidelim, 1967 Elbistan’ına: Aşık Mahzuni Şerif, memleketinde konser verecektir. Alevilerin can korkusuyla bir yaşam biçimi haline getirdiği kapanmanın yavaş yavaş kırılmaya, gizlenmenin yerini yerine ortaya çıkmaya, kapanmanın yerini açılmaya bıraktığı zamanlar. Konserde Mahzuni ünlü “Yuh yuh” şarkısını söylemektedir: “Yuh yuh soyanlara Soyup kaçıp

Erdoğan’ın gençliğe hitabesi ve Roboski deme yasağı

Erdoğan’ın 2023 hedefi  cumhuriyeti sahiplenme beyanı,  2071 hedefi konuyu Türklük  öyküsü olarak  gördüğünün ilanıdır. Gençliğe Hitabe cumhuriyetin temel ideolojik metinlerinden. Bir kanon. Cumhuriyetin kurucu aklı, kurucu liderinin ağzından parmağını gençlerin gözüne dikerek, “Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi, vazifen; Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur” der. Öngörülmüş olağanüstü hal mantığı metnin lafzında ve ruhunda ince ince işlenir. Devlet örgütlenmesine ana rengini veren “iç düşman” ve ona karşı “vazifeye atılma” emri bu metinle her akla ve ruha raptiyelenmek istenir. “Durumdan vazife çıkaran” silahlı ve silahsız ve vasilerin yegane mevzuatı bu değilse bile, en iyi özetlerinden. “Kanlı” bir metindir. Bir karabasan manzarası çizerek işe girişir ve bütün talimatların “damardaki asil kan”a kodlanmasıyla hitabe son bulur.

Kürt kökenli kardeş nöbete!

Kürt halkının  ‘terör örgütüne karşı dimdik durması’nı  istemek, ‘halkla örgütü ayırıyoruz’  söyleminin resmen sonunu ilan etmektir.  ALİ TOPUZ Başbakan Erdoğan nöbet yazdı. AK Parti Genişletilmiş İl Başkanları’nın geçen hafta yapılan toplantısındaki hitabesiyle, “ Kürt kardeşler ”ine, “ terör örgütüne karşı dimdik durma ” nöbeti. Şöyle: “Şimdi benim Kürt kardeşim soruyor, ya ne istiyorsun kardeşim, onu söyle? Bırak sen şu bölücü terör örgütünün ağzını, bırak sen onların siyasi temsilcilerinin ağzını, sana yapılmayan ne var ya, bunu söyle. Batıda olup da sende olmayan ne var? İstihdam diyorsan onun vebali sende. Niye? Çünkü sen girişimcinin, yatırımcının Güneydoğu’ya, Doğu’ya gelmesine katkıda bulunacaksın değerli kardeşim. Niye? Bölücü terör örgütünün karşısına sen de dikileceksin, dimdik duracaksın, bak oraya o zaman girişimci nasıl geliyor, orada yatırım yapmaya nasıl başlıyor.” Konuşmadaki yarı paylayan tonu, Başbakanımızın belagatinin vazgeçilmezi sayarak üst

Düş Ötesinden Gelen

Ölen ölür, kalan kârlar bizimdir!

İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi kayıtları şöyle: Kasım ayında en az (yani saptanabilen) 82 işçi hayatını kaybetti. En çok kayıp inşaatta. 36 işçi ölmüş. Şahlanan sektörü ya memleketin, zenginliğin kaynağı ya, kayıtlara geçmiş 36 işçinin payına ölüm düşmüş bu ahlaksız zenginleşmenin motor sektöründe. Maden ve metal işlerinde 20 işçi can vermiş. Tarım, çimento-cam ve enerjide dörder, ağaç, nakliye ve haberleşme sektörlerinde ikişer, gıda, deri, tersane, büro, sağlık, konaklama ve belediye sektörlerinde birer işti. Bu ölümlerin “kaza” olarak nitelenecek hiçbir yanı yok. “Bunlar cinayettir” diyenler yerden göğe haklı. Hiçbir metafor yok bu sözde, düpedüz cinayet, misal:

Ombudsmanım var adalete karşı!

Kamu baş denetçimiz çok başarılı oldu.  O, ombudsmanlığın bir mitolojiden  öteye gidemeyeceğini  birkaç günde,  birkaç sözle kanıtladı. Ombudsman bir mitolojidir. Zembilli Ali Efendi ’nin bile bulaştırıldığı bir mitoloji. Uygulayan ülkeler var, işe de yarıyor ya oralara baktığımızda şunu göreceğiz: Parlamentolar güçlüdür. Yani yürütmenin aklından geçenler bir ucundan taslak, tasarı filan olarak girip, öbür ucundan kanun, kanun hükmünde kararname olarak çıkmaz. Kendi “bağımsızlığı” na da, bağımsız kurumların bağımsızlığına da kıskançça sahip çıkar. Oralarda güçler ayrılığı sadece yürütmeyle yasama arasında değil, yargıda da sağlanmıştır. Yani yargısal kurumlar “bağımsızlık” denilen şeyi pek kağıt üzerinde ve politik söylemde bir güzel laf olarak değil, varlıklarının kanıtlayıcı boyutu olarak taşırlar, korurlar. Öyle yürütmenin ya da yasamanın yetkilileriyle konuşup karar almazlar, vermezler.

İstanbul'un içinden felsefe sesi geliyor

Haydi, "Demokrasiler Çağında Uygarlık Konferansı"na İstanbul'a felsefe sözü var.  İstanbul'da felsefe sözü var.  Fakat felsefe sadece söz değildir.  İstanbul'un içinden felsefe sesi geliyor.  Dost sesi. Bilgi dostu. Bilme dostu. Çünkü felsefenin sözü var. Dostun sözü var.  Felsefe sestir. Birbirinin içine giren sesler, birbirini izleyen sesler, birbirinin boşlukların dolduran sesler, birbirine boşluk bırakan, yaratan sesler. Karşılıklı sesler. Karşı be karşı çıkarılan sesler.  İstanbul'da üç gün boyunca bu sesleri duyacağız. "Demokrasiler Çağında Uygarlık Konferansı" 30 Kasım Cuma günü başlıyor.  Felsefe yüzdür de. Birbirine dönmüş yüzler. Birbirinden dönmüş yüzler. Bir ufka bakan yüzler. Çok ufka bakan yüzler. Yere, göğe, karşıya, geriye bakan yüzler. Konuştuğuna bakan yüzler. Dinlediğine bakan yüzler. Seslendiğine bakan yüzler. Ses verene bakan yüzler. Sözle, sesle değişen, dönüşen, içinden yeni sözler, sesler,

Tarihin ağır kapağı: Ecdadın ezdiği yurttaşlık

“Tarih aşırı bir güç kazanırsa  yaşam parçalanır ve soysuzlaşır,  bu soysuzlaşma sonunda ise tarihin  kendisi de yeniden soysuzlaşır.” Friedrich Nietzsche İşçilerin suyla, elektrikle, taşla, ateşle ölümlerden ölüm beğendiği bir yıl geçirdik. Dizginsiz kalkınmacılığın (Deyim Arif Dirlik’ten) böyle şeyleri normalleştirdiği yerde lafı mı olur insanın? Nihayet geçen hafta Samsun’da beş işçi, 300 tonluk kapağın altında ezildi. Biraz üzüntü, biraz kınama, biraz kızgınlık, sonra unut gitsin. Böyle şeylerin yerine her 15 günde bir yükselen bir büyük “mevzu”yu konuşuyoruz. Bu haftaki payımız tarihten. AT SIRTINDAKİ ECDAD Başbakan tarihi pek seviyor. “Muhteşem Yüzyıl” dizisini yerden yere vurdu, yönetmenini ve yayınlayan televizyonun sahibini kınadı. İş bununla da kalmayacak, yargı kararı beklediğini söyledi. Erdoğan ’ın 46 yıllık iktidarının “30 yılını at sırtında geçirmiş” yani öyle haremdi, eğlenceydi, aşktı, meşkti filan, bu işlere pek zaman ayırmamış olduğunu i

Haydi paşalar Galatasaray'a

Gerçek 12 Eylül iddianamesi  Cumartesi Anneleri’dir.  Kenan Evren ve hempalarını  mahkum ettirmek isteyen  ya paşaları Galatasaray’a getirir,  ya anneleri duruşmaya götürür. Türkiye, açık davaların ülkesi. Açık yaralar gibi. Kapanmayan davalar. 400 haftadır her cumartesi Galasataray Lisesi’nin önünde bazı insanlar oturuyor. Ellerinde fotoğraflarla. Kayıplarını arıyorlar. Yas tutma hakları bile ellerinden alınmış. Devletin güvenlik güçlerinin alıp vermediği kayıplarını arıyorlar. Oğullarını, kızlarını, kardeşlerini, sevgililerini, yoldaşlarını. Ağır bir kötülüğün mağdurları onlar; Türkiye Cumhuriyeti devleti yönetimine el koyan 12 Eylül cuntasının topluma karşı suçlarının mağdurları. İnsanlığa karşı suçların. Kayıplarının akıbetini öğrenmenin yanında bir istekleri daha var: Bu suçları işleyen kişilerin yargılanması. 12 Eylül generallerinin tesis ettiği “yeni nizam”da “suç” değilmiş de sıradan devlet faaliyetiymiş gibi algılanan işkence, kaçırma, kaybetme, sokak ortas

Güzel Uçurum

'Meram'ınız hakkı öldürüp vermek mi?

Meram nedir? Konya’da güzel belde adı. Bir de hukukta yeri olan bir kavram. Sözlüklerde, “Maksat, niyet, arzu, istek, içten tasarlanan” gibi anlamlar taşıyor. Bu anlam yükü, hukuk açısından önemli. Medeni hukuku pas geçip, cezaya bakalım: Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 202’inci maddesi, sanık için “Tercüman bulundurulacak haller”i sıralarken “Sanık veya mağdur, meramını anlatabilecek ölçüde Türkçe bilmiyorsa” der, “mahkeme tarafından atanan tercümen aracılığıyla duruşmadaki iddia ve savunmaya ilişkin esaslı noktalar tercüme edilir.” Madde ayrıca, bu hakkı duruşmalarla da sınırlı tutmaz: “Bu madde hükümleri soruşturma evresinde dinlenen şüpheli mağdur veya tanıklar hakkında da uygulanır.” Bu evrede tercümanı hâkim ya da savcı atar, maddenin emridir.

Erdoğan anayasasını ilan etmeye başladı

İdam, sadece 63’üncü güne giren  açlık grevlerini etkisizleştirecek  bir nutuk değil,  bir siyasal kararın sözüdür.  Başbakan , öldürme dahil devletin  yetkilerine hiçbir hukuki sınırlama  istemeyen bir devlet tasavvuruna yönelmiş durumda.

Yüzün yazısıdır

Nelly Sachs: Hayata davet olarak ölüm

Resim
“Auschwitz’den sonra şiir yazılamaz.”  Böyle hükmetmişti Adorno.  “Hayır, yazılır” diyenlerse düşünürler değil,  şairler oldu. Bunlardan  Nelly Sachs’tan yeni bir çeviri var artık Türkçede. Nelly Sachs ölümün şairidir. Tendeki, candaki, nefesteki ölümün değil sadece, tozdaki, taştaki, yıldızdaki ölümün de. Külün içinden, külden önceki yaşamın ağır, acılı, yanmış acısını yeniden canlandırır; dipteki közü harlar gibi. Şiirdeki hareket, ruhtaki hareketi verir. Yaslı ruh, küller arasında ateşi arar hep. Şiirdeki ve ruhtaki hareket, dünyadaki hareketi verir: “Siyah kartlarını ölüm Rüzgârdan tez karıyor”

Babil'i yıkan inşaat arzusu

Bir ülkenin gündemine  “kutup ayısı” nasıl  damga vurur?  Yüzlerce insanın 59 gündür  ölüme yürüdüğü bir ülkenin? Son Erdoğan-Kılıçdaroğlu atışması, iki liderin birbirilerini çok iyi anladığı bir diyalog gibiydi. Anlaşılan Türkiye’de sadece hakaretin, şiddettin, kabalığın, ayıbın dili karşılıklı manidar cümleler kurdurabiliyor. Ayrımın ve şiddetin dili dışında diyalog yasak sanki. 12 EYLÜL’ÜN MİRASI: ÖLÜM ORUCU Örneğin, ölüm yürürlükte. En ağır, en vahim haliyle. Açlıkla. Açlık grevleri, darbecilerin 12 Eylül günlerindeki işleri güçleriyle Türkiye’nin yakından tanımaya başladığı eylemlerden. Bir ölüm yolu evet, ama izin verilen hayatın ölümden beter olabileceğini gösteren bir hayat arzusunun eylemi. 12 Eylül sonrasında da neredeyse üç beş yılda bir yeniden yüz yüze geldik. Her felakette iki tutum oldu, sonuç hep aynı olsa da (yani devlet ve hükümetleri, insanları ölümü yeğleyecek hayatlara razı etmeye çalışmaktan hiç vazgeçmese de) farkları önemli olan iki