Newroz ateşi ve Nemrut ateşi


“Beni ilgilendiren ne yasa ya da yasalar (biri boş bir mefhum, diğerleri ise pek hoş mefhumlardır), hatta ne hukuk ya da haklardır, beni ilgilendiren içtihatlardır. Hukukun gerçek yaratıcısı içtihatlardır: Yargıçlara emanet edilmemeleri gerekirdi.” Ve “İhtiyacımız olan ahlaki ve sözde-uzman bir bilgeler komitesi değil, hak sahibi gruplardır. İşte bu noktada hukuktan siyasete geçilir.” (Gilles Deleuze, Müzakereler, Norgunk Yayıncılık, İstanbul 2006)
“Kapanmayan davalar”, hukuktan siyasete geçilen yerin davalarıdır. Çünkü o davaların kapatılmamasını öngören siyaset, hukuku siyasi işlere koşmuş bir siyasettir. Sivas davasında zamanaşımı, paradoksal biçimde, davanın açık kalmasına yol açar. Oysa Sivas ateşi, sönmesi gereken bir ateş. Söndürülmesi gereken bir ateş. Giden gelmez ama o ateş yandıkça gidenin hayali bizi terk etmez, acı ve korku olarak içimizde yanar, içimizi yakar, her an. Acı, kaybın acısı, adaletsizce gidenin ve gelmeyen adaletin acısı. Korku, gidecek olanın korkusu. O ateş sönmedikçe, ona düşenler olacağından korku. O ateşi yakan eller kırılmadıkça yeniden yakılabileceği korkusu. İbrahim’in yanışı binlerce yıldır zihinlerdeyse ve bu acı ve bu korku yüzünden.


ATEŞ TERBİYESİ
Bütün bu öyküler bize, “ateşin bir doğal varlık olmaktan çok bir toplumsal varlık olduğunu” gösterir: “Hakikaten, ateşe saygı öğretilmiş bir saygıdır; doğal bir saygı değildir. (…) …ateş önce bir genel yasaklama konusudur; bundan da şu sonuç çıkar: Toplumsal yasaklama ateş hakkındaki ilk genel bilgimizdir. Ateş hakkında ilk öğrenilen şey ona dukunmamak gerektiğidir.” (Gaston Bachelard, Ateşin Psikanalizi, Bağlam Yayınları, 1995)
Aynı eserden: “Kundakçı suçluların en sinsisidir. Saint-Ylie tımarhanesinde kimliği en iyi bilinen kundakçı son derece hizmetkârdır. İddiasına göre, yapmasını bilmediği tek şey soba yakmaktır.” Kundakçı, cehennemi bu dünyada kurma gücüne sahip olduğunu düşünen ilahların hazır kıta yardımcısıdır. Ehilleştirilmiş ateşe, ısıtan, yaşatan, eğlendiren ateşe değil, vahşileştirilmiş ateşe, nefretin ateşine yatkındır; yararlıya, yani soba ateşine, ya da törensele, yani Newroz ateşine değil, Nemrut ateşine. İbrahim için içi yanan, acıyan değil, Nemrut’un ölümcül kibrine alkış tutan, sevinendir. Nemrut, sadece bir devletin başındaki tiran değildi, değildir, devletin sembolüdür de. Bütün devletler az ya da çok nemruttur. Ne oranda nemrut kalacakları, ne oranda nemrut olacakları, o yanlarını törpüleyecek toplumsal mücadelelerce belirlenir. Sivas’ta ateşi yakan ellere “Yapamazsın” diye vurulmadı, hiç değilse halen derdest olan davada, “Ateşle oynamak yasaktır. Can kundaklamak hiçbir mazeret, gerekçe, mantık ve ahlak tarafından kabul edilemez” denilebilmesi gerekir. Aksi halde derdest dava biter ve Sivas davası bütün gelecek için açık kalır. Oysa derdest davanın sürmesi, bizi sonsuza kadar açık kalacak dava riskinden koruyabilir.

MAZERETLERE YER YOK
Mazeretler çok tartışıldı. Aslen birbirini besleyen iki teori var: Tahrik ve “derin devletin, karanlık güçlerin rolü.”
İki teoriye sürekli yapılan vurgular, asıl kötülüğü, her zaman uyanık durulması gereken bir sorunu gözden kaçırmaktan başka işe yaramaz. Birçok benzer vakada bu ikili kullanıldı: İşte yakın dönemin felaketlerinden 6-7 Eylül olaylarında, Maraş’ta, ve hâlâ tartıştığımız Sivas’ta. Maraş’ta “derin devletin” rolü daha kesin mesela, Sivas’a göre: Çünkü ilk ikisinde önemli deliller var, üçüncüde bazı alametler ve çokça söylentiler. 6-7 Eylül’de “derin failler”in bir kısmı rahat rahat anlattı zaten yaptıklarını.
Ama hepsinde de bir ortak özellik daha var: Hepsinde de “derin olmayan devlet” kararlı yokluğuyla apaçık ortada, o halde deriniyle derin olmayanı birbirinden nasıl ayıracağız? Daha da önemlisi, hepsinde komşusunu, yurttaşını, misafirini öldüren komşu, ev sahibi, çarşı, eşraf… Yani bizim derin devletin rolünü kavramamız, komşumuzun ve çarşımızın, eşrafın neden Gayrimüslim, Alevi ya da muhalif (genellikle solcu) söz konusu olunca çabucak “derin, karanlık” güçlere uyduğunu, kolayca kurulan cinayet ve talan sofrasına iştahla oturabildiğini açıklamaz. Bizi ilgilendiren bu olmalıdır. “Derin devletin rolü”nü savcı bulsun koysun ortaya, derin devletin varlığı, suçu insanlığa karşı suç olmaktan çıkarmaz, sadece derin (ya da yüzeysel) devletle yurttaşının ilişkisini açıklar. Bizim anlamak zorunda olduğumuz, tedbir almak zorunda olduğumuz şey derini, derin olmayanıyla olmayan devlet ve ikisinden de önemlisi birden komşusunun canına kıyacak kadar dönüşebilen komşudur. Kapımızı işaretleyen, işaretli kapımızdan giren odur. Çocukların “kapı işaretleme”ye yönelmesi, vahametin derinliğinin son tezahürüydü.
ADALET, ARAYIŞ VE MÜCADELE DEMEKTİR
Adaletin kapatması gereken kapı da bu olmalıdır. Evet, devletlerin ilkesi adalet değildir, düzendir: Egemenlere uyan düzen. Evet, bu da çoğu zaman adaletsizlik olarak belirir. Ama yine de “adil devlet” diye bir şeyden bahsedebileceksek, adaletin onu talep eden, onun için mücadele eden toplumların ilkesi olarak var olabileceği için edebiliriz; böyle bir mücadele olmadığında adalet de olmayacaktır.
Bugün herkes kendi uğradığı haksızlığın, adaletsizliğin davacısı. Herkes kendi mezarının başında ağlıyor, kendi zındanının önünde üzülüyor, öfkeleniyor. Adalet mücadelesi, “öteki”nin davasında da adalet için talepte bulunanlar arttığında yol almış olur. Sivas davasında bugün hangi karar verilirse verilsin, daha adil, daha özgürlükçü, daha eşit bir toplum için hep mücadele etmek gerek.
Deleuze’le başladık, onunla bitirelim, aynı kitaptan: “En katı ya da en hoşgörülü rejimin hangisi olduğunu sormanın gereği yok, zira özgürleştirmeler ve köleleştirmeler her birinde çarpışmaktadır.” Ve “Kaygılanmak ya da umut etmek değil, yeni silahlar aramak gerekiyor.”
(Radikal İnternet, 13 Mart 2012)

Yazının ilk bölümü için:

Benzer temalı bir yazı için:

Dersim: Geçmişteki ve gelecekteki jenosit




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

12 Eylül bildirisinin tam metni

15 Temmuz darbe girişimi bildirisinin tam metni