Gaz+cop+tazyikli su: İleri demokrasi
Türkiye’de sanki her şey, “demokratik” olduğunu iddia eden
bir ülkedeki dinamiklerin hareketliliği olarak değil de, “düşman güçler”in,
“dış düşmanlar”ın çatışması şeklinde yürüyor. Peki bu kadar güçlü bir iktidar,
neden bu kadar korkuyor?
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde demokrasi yok diyenler fena
yanılıyor. Var. Ama önce bazı olaylar.
**
21 Mart, malum Nevruz. 12 Eylül 1980 sonrası ırkçı-bölücü Türk-İslam sentezi ideolojisi
çerçevesinde güncellenen cumhuriyetin kadim inkar-imha-asimilasyon
politikalarına sembolik yanıtın en güçlü verildiği gün olarak, Newroz. Yine
malum, hükümet “21 Mart sadece 21 Mart’ta kutlanır” diyerek bir güç gösterisine
girişti. Gaz, cop, tazyikli su, yumruk vb. kamusal imkanlar kullanılarak engel
olunmaya çalışıldı. En başta Diyarbakır olmak üzere, hiç hoşlanmadığı bir yanıt
aldı. Diyarbakır’da güvenlik güçlerinin kurduğu bariyerler öğlen saatine
varmadan aşılıp geçildi, “Düşmeseydim de inecektim” diyen Nasrettin Hoca’ya
sığınılarak, “Kaldırdık zaten” açıklaması yapıldı. Durumu, “İstanbul’da en
fazla 2000 bin kişi vardı” diyerek kurtarmaya girişti. Peşinden bir de yapılan
aleni haksızlığı savunmak için, “Sizin bilmediğiniz şeyleri bizim bildiğimizi
neden düşünmüyorsunuz” yollu, “büyük işlere engel olduk” demeye gelen
mistifikasyon dolu bir açıklama geldi.
Sivas davasına ilişkin duruşmada, bazı sanıklar için
zamanaşımı kararı verildi. Duruşmayı izleyen üzgün ve canı sıkkın insanlara
Ankara adliyesinin kapısında gaz ve copla saldırıldı. Tepkiler, “Onlar zaten
kötü niyetli, ideolojik oluşumlar” lafıyla savuşturulmaya çalışıldı. Elbette,
ideolojik saiklerle işlenmiş bir katliamın protestosunun baskılanmasının
ideolojik olmadığına inanan yeterli sayıda yurttaşa güvenilerek yapılmış
olmalıydı bu izahat. Neticede, “millete hayırlı olması gereken” bir karar
verilmişti ya!
Bu hafta, eğitim sistemindeki bir değişikliği protesto etme
kararı alan KESK’in eylemlerine müdahale ile geçildi, tarife malum: Gaz, cop,
tazyikli su… Sadece var olduğu iddia edilen toplantı ve gösteri yürüyüşü
özgürlüğüne değil, otobüslerin durdurulması, insanların indirilmesi gibi
seyahat özgürlüğüne de aykırı işlerdi. Açıklaması, “eylem için izin verilen
yer” formülüyle getirildi. Açıklamadan anlaşılan, Türkiye’nin hemen hemen her
yerinin yasaklı oluşuydu. “İdeolojik işler, terör örgütü” vb. laflar bugün
yarın sökün eder.
‘DÜŞMAN GÜÇLER’İN ÇATIŞMASI
Sanki her şey, “demokratik” olduğunu iddia eden bir ülkedeki
dinamiklerin hareketliliği olarak değil de, düşman güçlerin çatışması şeklinde
yürüyor.
Ne oluyor? Neden bu sinirli hal? Bir bakalım.
Paul Virilo, eski ABD Başkanlarından Billi Clinton’ın bir
sözünü hatırlatır ve ekler:
“Başkan Clinton, “ilk
defa olarak” diyordu, “iç politika ile dış politika arasında bir fark yok. (…)
Amerikan başkanının bu tarihsel cümlesi küresel hale gelen bir gücün
META-SİYASAL boyutunu ortaya koymakta, bugün iç politikanın eskiden dış
politikanın yürütüldüğü şekilde yürütülmesine cevaz vermektedir.” (Paul
Virilo, Enformasyon Bombası, Metis Yayınları)
Hükümetin açıklamalarına ve olan bitenlere baktığımızda
gerçekten de “dış güçlerin çatışması” modeline uygun her şey: Newroz’da daha
yapılmamış eylemler yasaklanır, Ankara Adliyesi’nde daha hiçbir eylem yapmamış
kitleye saldırılır, KESK eylemlerinde Ankara ulaşmak isteyenler, ulaşanlar, bir
meydana gitmek isteyenler, kıstırılabildikleri yerlerde durdurulur, tarife
malum. Bush döneminin ünlü dış politika doktrinlerinden “önleyici müdahale” iş
başında sanki. Geçen yazki seçimden önce başlayan, bugüne kadar da hiç hız
kesmeyen bir doktrin. Buna dört yıldır siyasi muarızların, muhaliflerin yargı
yoluyla terbiyesini de ekleyelim. Manzarayı özetleyelim: Sanki iktidarın
seçimlerle değiştiği bir demokraside değiliz de bir azınlık iktidarıyla karşı
karşıyayız, sanki iktidar partisi bugün ya da yakın gelecekte yapılacak bir
seçimin en güçlü adayı değil de bir daha seçilemeyecek bir parti, son kozlarını
kullanıyor. Oysa durum bunun tersi.
‘İÇ’ ve ‘DIŞ’ SAVAŞ
Bu durumda Virilo’nun, “iç politikanın dış politika gibi”
yürütülmesi ilkesinin, yani bir toplumun iç politik mücadalesinin dış düşmanla
mücadele formunda yürütülmesinin kaynağının bir bozuk demokrasinin değil de bir
“örnek demokrasi”nin, ABD’nin icadı olduğunu hatırlayıp bağlayalım: Neoliberal
otoriteryen muhafazakârlığın toplum tasarımı, bir savaş tasarımıdır. Hedefi,
kendisini sarsabilecek dinamiklerin oluşmasını, buluşmasını engellemektir. Hem
kamu otoritesinin operasyonel güçlerini yani yargı ile kolluk güçlerini hem de
buluşmaya ve yaygınlaşmaya aracılık edebilecek medyayı bir “dış savaş” varmış
gibi düzenlemesi ve kullanması da bunun olağan bir sonucudur.
O zaman şemayı tamamlayalım: Bugün iç mücadele gibi
gördüğümüz şey, “küresel” bir savaşın bu lokasyondaki versiyonundan ibaret.
Hak, demokrasi vb. lafların şampiyonu Avrupa Birliği ve ABD’nin Türkiye’deki
hükümete sevgi ve şefkatlerinin kaynağı da budur.
AB yetkililerinin kimi sızlanmaları da bir Kürtçe söze
uyuyor: “Tev gur berxê dixwe, cem mihê şîne dike.” Kurtla birlikte kuzuyu
parçalar, koyunun yanında oturup ağıt yakar.
**
Türkiye’de demokrasi var demiştim. Var, cop, tazyikli su,
gaz ve toz bulutu olarak.
Yorumlar
Yorum Gönder