Türkiye'de özel mülkiyet var mı dediniz? Tersinden Robin Hood'luk
Kentsel dönüşüm yasaları ikizleşiyor. İlki kültürel
varlıkları koruyordu, ikinci bizi afetten koruyacak. İsimlerine bakarsak böyle.
İçeriklerine bakınca iş değişiyor: Bunlar servet transferi kanunları. Elbette
yoksuldan zengine.
Hükümetin acelesi var. Üç konuda. Suriye, yani dış savaş.
Kürt sorunu, yani iç savaş. Kentsel dönüşüm, yani sınıfsal savaş.
Üç konuda da aynı lafları duyduk son ayda: “BDP ile
görüşebiliriz ama artık bekleyecek vaktimiz yok.” “Suriye’de silahların
susmasını biz de istiyoruz, ama Esad’ı bekleyemeyiz.” “Evinizi müteahhite verin
ama çabuk olun.” Birinin söylemdeki cilası kardeşlik, başka deyişle yurtta
sulh. İkincisinin cilası komşuda barış, yani cihanda sulh. Üçüncünün,
yavrularımızın çimlere basabileceği, atalarımızın da yapığı türden insanı temel
alan imar iskân. Bu yazı üçüncüyle ilgili. Kentsel dönüşüm yasalarının neyi
dönüştürdüğüyle.
Önce bir soru: Türkiye’de özel mülkiyet var mı? Hani şu
kapitalist ekonominin, dolayısıyla toplumun kutsadığı haklar arasındaki özel
mülkiyet. Hani şu gerçek ve tüzel kişilerin taşınır ya da taşınmaz bir mal ya
da eşya üzerindeki üç temel yetkisini içeren hak: Usus, fructus, abusus. Yani
kullanma, semerelerinden yararlanma ve elden çıkarma hakkı.
Var mı dediniz? Tarih pek öyle demiyor. Türkiye
Cumhuriyeti’nin tarihi, yurttaşlarının özel mülklerine, özel mülk edinme
hakkına saygısıyla ünlü değil. Malum, 1936 beyannamesi denilen zalimce işlemle
gayrimüslim yurttaşların mal mülkleri ya talan edildi ya hiçe indirildi. Şimdi
bu haksızlığın düzeltilmekte olduğuyla övünülüyor, biraz geçmiş dönemlerin
yönetimleri, özellikle de dek parti CHP’si dövülerek, biraz da iyilik
yapılıyormuş havasıyla övünülerek. Ama yakından bakılınca gasp edilmiş bin
hakkın biri iade ediliyor aslında, mülksüz kalmışlara, ülkelerini, topraklarını
terk edip öbür ülkelere ya da öbür dünyaya gitmişlere, gurbette izsiz timsiz aç
biilaç ölmüşlere kim neyi iade edebilir? 1934 Trakya Yahudi pogromunu, Varlık
Vergisi’ni, 6-7 Eylül sonrasını da eklersek, Müslüman olmayanların özel
mülkiyet haklarının alenen reddedilmiş olduğunu öne sürmek için başka çaba
gerekmez.
Özel mülkiyet var diye ısrar edecekler için devam edelim:
İki kanun hiç öyle demiyor, en az iki kanun.
Biri çoktan, 2005’te çıkan, örneğin ilk olarak Sulukule
ahalisinin yoksulluğa sürgünü sürecinden hatırlayacağımız 5366 sayılı şu uzun
isimli kanun: YIPRANAN TARİHİ VE KÜLTÜREL TAŞINMAZ VARLIKLARIN YENİLENEREK
KORUNMASI VE YAŞATILARAK KULLANILMASI HAKKINDA KANUN. Çok laf yalansız olmaz
misali, “tarihi ve kültürel taşınmaz varlıklar”dan, “yenilenerek korunma” ve
“yaşatılarak kullanılma”dan bahsettiğine bakıp aldanmamak gerek. Sonra
Tarlabaşı sürecinde tanıdık o konunu, başka semtler de var, bütün kentleri
kapsayacak kadar geniş bir yasa önümüzdeki. Şimdi onun ikizi yolda. Afet Riski
Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun. Bunun da adı güzel. Afet
riski altındaki alanların dönüştürülmesini kim istemez değil mi? Mesela
köprülerin çökmemesini, barajların patlamamasını, şantiyelerin yanmamasını, kim
istemez? Fakat bu iki kanun da bu işlerle ilgili değil, hiç değil. Adında
zikredilen değerlerle de ilgili değil.
Bu iki kanun münhasıran, “lafzıyla ve ruhuyla” özel mülkiyetin
el değiştirmesiyle ilgili, o kadar ki aslında gizlemiyor bile bunu: Kamu
yöneticilerinin doğrudan müdahalesiyle özel mülkiyetin el değiştirmesini
düzenliyor. Zorla. Öyle piyasa dolayımıyla, rekabet mantığıyla filan da uğraşmadan,
doğrudan müdahaleyle. Hukuki görünümü verilmiş adaletsiz zorla. Bunlar,
mülksüzleştirme kanunları. Arsız. Hicapsız. Acul.
İlk kanun, anayasanın, mevcut darbeci akıl ve faşizan ruhla
yazılmış, bütün hakları yazıp, devamında “…ama”lı bir cümleyle hepsini aynı
metin içinde silmeyi başarmış mevcut anayasanın bile en az dört maddesine
aykırıydı, ikinci en az onun iki katı kadar maddesine aykırı.
İlk yasadaki temel sorunları özetleyelim: Özel şahıslar
lehine kamulaştırma, bu anayasaya da Türkiye’nin kabul ettiği iç ve
uluslararası prensiplere de aykırı. Çünkü, “kamulaştırma” denilen ve özel
mülkiyetinin dokunulmazlığına istisna teşkil eden işlemin mantığı, üstün “kamu
yararı” ilkesidir; bir özel şahsın bir başka özel şahıs aleyhine zenginleşmesi
“kamu yararı” içerir denilmediği sürece, böyle bir kamulaştırma meşru kabul
edilemez. Uygulamanın her halükarda bakanlar kurulu onayına bağlı olması,
merkezin yerel yönetimler üzerindeki kıskanç vesayetini bir daha beyan
etmesiyle “demokratikleşme”, “ileri demokrasi” söylemlerine aykırı; “iktidardan
olmayan belediyeler”in çekeceği sıkıntıyı katmıyorum bile. “Kamulaştırma bedeli
peşin ödenir” ilkesinin, kendisi de sorunlu olan Kamulaştırma Kanunu’nun 3.
Maddesine atfen taksitli ödemeye çevrilmesi, maksadın “koruma”dan çok, servet
transferi-rant yaratma olduğunun ikinci alameti: Lehine kamulaştırma yapılan
kısa sürede müthiş bir rant elde edecekken, “yenileme projesi”ne gücü
yetmeyeceği baştan belli olan mülk sahibine ödenecek kamulaştırma bedelinin beş
yıla yayılması, yüzüne karşı “yoksulsun sen yoksul kal” denilmesinden başka ne
anlama gelir? Projelerin, uygulandıkları yerlerdeki yaşam biçimlerini kökten
yok edip, otoparklı, alış veriş merkezli, rezidanslı, duvarlı, bekçili halleri
de, “insanı merkez alan medeni şehir tasarımı” cilasına aykırı… Cilayı
kaldırırsak, sadece bankada parası, borsada hissesi, karnında bitmeyen bir
iştahı ve hırsı olan insanın “insan” sayıldığını görürüz. Robin Hood bir efsane
kahramanıydı. Zenginden alıp fakire veriyordu. Bir yoksul fantezisi. Bu
kanunlar yoksuldan alıp zengine veriyor. Bir kapitalizm klasiği. Öngörülen hız,
onu çağa uygun kılıyor: neoliberalizm. Hiçbir itirazı tanımayan katılığı da
kimin elinden çıkma olduğunu gösteriyor: Otoriteryen muhafazakarlık.
Bu yazı bir girizgahtı. Devam edeceğim. Cuma günü. İkinci
kanun çünkü ilkinden de vahim: Olmaz ya, istenirse iki kanunun makasıyla
çalışılarak, ünlü gökdelenlere, yalılara ya da alışveriş merkezlerine bile el
konulabilir!
Yorumlar
Yorum Gönder