Çoluk çocuk haydut
"...çoluk çocuktan ibaret haydutlar..."
Nasıl haydut olur çoluk çocuk? Kanıt var, oluyor.
Kanıt gerekmiyordu aslen, her şey gazetelerde yayınlanıyordu
ama 2012’de Dersim meselesi, biraz da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın
başbakanlığındaki taktik psikolojik (Hani şu CHP’nin ne kadar zalim bir parti
olduğunu zihinlere kazıma amaçlı) hamlelerinden biri olarak harladığı
zamanlarda, şöyle bir belge sunulmuştu bir mahkemeye.
Orgeneral Kazım Orbay 11 Ağustos 1938'de yazdığı bir
telgraf, o telgraftan bir cümle:
“15. Tümen 38. Alay bölgesinde Yılan dağından kaçmak isteyen
40 kadar silahlı, 30 kadar çoluk
çocuktan ibaret haydutlar 38. Alayın pususuna uğrayarak, Ali Boğazı’na
doğru kaçmışlardır.”
Aliboğazı, hani şu 16 Aralık 2015’te Hürriyet ve Yeni Şafak
gazetelerinin büyük operasyon (müjde!) var diye adını yeniden duyurduğu yer. Dersim'de. Hani 1938'de değil, bu/dün gece, “150
kadar terörist”in, PKK’li ve MLKP’linin kuşatıldığı, kıstırıldığı, artık hangi
tabir geldiyse haberi servis edenin diline o, yer.
Telgraftaki ifadenin rahatlığı (çoluk çocuktan ibaret haydut, ne kolay öldürmek) nereden acaba, “…çoluk çocuktan ibaret haydut” nedir? Bu belge, “çoluk çocuk” katledildiğinin belgesi. Ama belge, kanıt gerekmiyordu, dönemin gazetelerinde yazıyordu zaten hepsi. O eski kötü günlerde… Tıpkı bugünkü kötü günler gibi: Uğur Kaymaz, Nihat Kazanhan, Ümit Kurt… Orhan Aslan, Muhammet Aydemir… Kanıt gerekmiyor, her şey gazetelerde yayınlanıyor, Cizre’de, Silopi’de, Sur’da, Yüksekova’da, Diyadin’de, Dargeçit’te... olan biten her şey de gazetelerde yayınlanıyor. İçişleri Bakanı örneğin, “Biri sivil 20 kişi öldürüldü” dese, Başbakan çıkıp, “Hiç sivil yok, hep terörist” der, diyor, dedi. “…haydut.” Her şey göre göre oluyor, göstere göstere. Top görünüyor, tank görünüyor, tüfek görünüyor, görünmeyeni de duvara yazarak iyice gösteriyorlar. "Kurdun dişine kan değdi." Sanki hep süt içmişti de...
Her şey görünüyor, her şey ortada, tıpkı 1938 gibi. Silahlı
zaten silahlı da, “çoluk çocuk haydut” nasıl bir inandırıcılık taşıyor? 75
yıldır aşınmayan, yıpranmayan, geri tepmeyen, bozulmayan, hep işleyen bu
yalan-silahının sırrı ne?
AK Parti iktidarı ve kalemşorları 1938’i tartışmaya açarken,
“zalim, bu topraklara yabancı, kötü huylu, yabancı-batılı-aydınlanma (yani din
dışı, din karşıtı) değerlerle zehirlenmiş kadrolar”a yolluyordu bizi, kötü
adamların kötü işleri. Mustafa Kemal’e laf söylemeye cesaret edemedikleri için -yok canım, darbecilerden korktuklarından değil, oy diye bir şey var, statüko diye bir şey daha var, var oğlu var-,
İsmet İnönü ebedi milli şer olarak dillerindeydi. Kötü adamların kötü işleri.
Bugün olan biten ne peki? Kötü adamların kötü işleri mi? “Adil,
bu toprakların has mahsulü, iyi huylu, yerli-milli-medeni değerlerle
şerbetlenmiş kadrolar” neler yapıyorlar böyle? Çocuklar vuruluyor. Kentler
kuşatılıyor. Kadınlar, adamlar vuruluyor. Gençler vurulup sürükleniyor. Uçaklar
kalkıp bomba yağdırıyor. Yine Aliboğazı’nda birileri kıstırılıyor. Ha gayret
bitireceğiz gibilerinden ateş ateş üstüne açılıyor. İyi adamların iyi işleri mu
bunlar?
Bu yapılanlar eleştirilirken bazı akil laflar geliyor, “Diyarbekir
zındanında Kenan Evren ve cuntasının ettiği işler PKK’yi yarattı” filan
ihtarları çekiliyor. Onlar da kötü adamlardı, kötü işler yapmışlardı. Bakın
oradan bu çıktı. Siz yapmayın, bu büyür, daha da kötüsü çıkar alimallah,
gibilerinden…
İyi adamların, kötü adamların işleri değil bunlar. Adamların
işleri elbette, devlet adamlarının işleri. Devlet ne ki adamı ne olsun
denilecek ya işte devlet bu zaten. Kenan Evren kötü adamı, “Kürt” lafı
hortlamasın, “Kürt” hortlamasın, 1938’de komutanlarının temin ettiği sessizlik
ebediyen sürsün, devletin ve adamlarının kulakları rahat etsin istiyordu.
Tunceli’den Akdeniz’de zorunlu iskan kanunu hazırlanmadı boşuna Kenan Paşa daha
cumhurbaşkanıyken, tekrar ediyordu devlet dersini. Kazım Orbay, çocukla büyüğü,
silahlıyla silahsızı, haydutla haydut olmayanı ayırt edemeyecek biri değildi; Kenan
Evren gibi, Doğan Güreş gibi, Hurşit Tolon gibi. Tıpkı Tansu Çiller gibi,
Süleyman Demirel gibi, Ahmet Davutoğlu gibi, Recep Tayyip Erdoğan gibi,
melekeleri hayli yerinde, ne konuştuğunu, ne yaptığını, ne yazdığını iyi bilen
biriydi.
O, “çoluk çocuk haydut” ibaresini içindeki kötülükten öyle
rahat kullanmıyordu, Roboski talimatları ve her yıl Meclis’ten geçen Roboski
tezkeresinin içinde yazılanların rahatlığıydı o. Devletin rahatlığı. Yeni Şafak ve Hürriyet gazetesinin Aliboğazı operasyonunu şehvetle haberleştirmelerindeki rahatlık, buzdolabında öleni, yolda sürükleneni değil.
Devletin rahatlığı, egemenliğin rahatlığıdır: “Türk” dediği şeyin adına tesis ettiği egemenliği, “Türkün gücü”nü elde tutma, Kürt’e vermeme, Kürt’le paylaşmama kararlığının rahatlığı. “Barış”ın asimilasyona yaramadığı her anlaşıldığında savaş, “Demokrasi”nin asimilasyonu yavaşlattığı her anlaşıldığında “olağanüstü hal”, teritoryal diktatörlük. 1938’den sonra elde edilen sessizliği elde etme isteği iktidarın her yetkili ağzın lafzında akıyor, “o dağlar o teröristlerden temizlenecek” denilirken söylenen bu, “bütün o ilçeler gerekirse ev ev temizlenecek” denilirken söylenen bu. Dağda hadi “silahlı”lar var, ya evler? Ev bu, çoluk olur çocuk olur ama, ilke belli, ecdat yadigarı: “Çoluk çocuk haydut.” 1938 sonrası sessizliği, Kürt mektumluğunu temin etmek için ev ev temizlik yapılacak, aynı o günlerdeki gibi...
Peki, 1938 zulümdü, artık inkâr, imha asimilasyon yok, o
kötü adamların o kötü işleri yok laflarına ne oldu?
Richard Kearney’i tekrar etmenin yeri geldi yine:
“Bir toplumun belli bir yalana inanıyormuş gibi
görünmesi, ancak o yalanı kendisine söylüyor olmasıyla mümkündür. Dolayısıyla
ideolojik zulmün son kertede kendi kendini hezimete uğratan bir doğası vardır.”
(Yabancılar, Tanrılar, Canavarlar/Ötekiliği Yorumlamak, Metis Yayınları)
Yorumlar
Yorum Gönder