Kara tahtadaki yazgı


Kara tahta büyüleyiciydi. Yapılışından itibaren.

"Malîm" gelmişti ve biz de okuma öğrenecektik. Okuma ve elbette Türkçe.
Yumurta istemişti "malîm", herkes yumurta getirmişti. Soba isi istemişti "malîm", kurum, kim getirmişti bilmiyorum. Bir de teşt. Leğen. 
Yumurtalar kırıldı. Akları ayrıldı. Leğende çalkalandı, çalkalandı. Kurum karıştırıldı. Tahtaya sürüldü ve işte "karatahta." Texte yê reş. Textereş. 
Simsiyah duruyordu orada. Siyah sayfa. "Malîm", önüne geçip elindeki beyaz taşla yazmaya başladı. Hiçbir şey anlamadım. "Atatürk 1881'de doğdu, 10 Kasım 1938'de öldü."

Yazı tahtada uzun süre kaldı. Birçok şey silindi, yazıldı, o gene orada kaldı. Belki de tüm sene. Okuma öğrenmeden ezber ettim. 
O yıl köyde yapılan bir cacim'a da işlendi bu yazı. Bizim evde yapılıyordu. Gece gündüz çalışılıyordu başında. Tevn. Küçük bir sürpriz olmuştu "malîm"e tevn bitince: Cacim'ın yüzünde ters okunuyordu, tersinden düzdü. Bu tersliğe rağmen mutlu olmalıydı "malim."

Köye bir fabrika kurulmuştu aslında, "Türk olma" fabrikası. Hevesle gidiyordum. Çöpten bulduğum çulu çaputu çantama doldurarak. Çantası vardı herkesin ve doluydu, ben de dolduruyordum işte.

- Bu ne oğlum?
- Şuşik
-Ya bu ne?
-Paçik
-Ne diyor bu?
-Çaput
-Nereden aldın bunları?
-Ji ser sergo de
-Ne diyor bu?

İşte Türkçe konuşuyorum ya! Öğretmen henüz anlamasa da. Çantamda köyün çöplüğünün çer çöpü, şuşik paçik'ı, aklıma da yavaş yavaş devletin çer çöpü, "Türküm, doğruyum, çalışkanım, yasam..."

Tahtaya ne yazılırsa bakıyorum, gözlerimi alamıyorum, anlamasam da. İlk rakamları söktüm, artı ve eksi işaretini. Toplama çıkarma. Konuşamasam da, okuyamasam da, alt alta yazılmış rakamları birbirine eklemeyi ya da birbirinden çıkarmayı kaptım ilk. Heyecanlanıyordum. "Ez, ez!" Koşa koşa gittiğim tahtanın önüne korka korka gidilmesi gerektiğini de çok geçmeden öğrendim. Bir bilemedin iki hafta içinde.

"Malîm li min xist. Min ra got, vira mala Xeco nine."

Orası, bir ev de değildi zaten ki Xeco'nun evi olsun. Xeco'nun evinde konuştuğun dili, o evde konuşursan, döverler. Dövme yeri orası. Kürt'ten Türk yapma fabrikası.

Tek ayak üstünde durmayı da öğrendik elbet hep beraber. Tahta ceza yeriydi. Türk olma çabasında aksaklık, gevşeklik, laubalilik görülürse, tahtanın önünde ceza alıyorduk. Öğretmenin kulağına çalınan bir Kürtçe kelime, nida, yeterliydi bunun için. Ödül yeriydi de. Düzgün bir Türkçe cümle, ödül sebebi daima. Orada başımız okşanıyor, orada başımıza vuruluyordu. Deleuze'ün dediği gibi, başı okşayan el ve başa vuran el aynıydı. Tahtanın önünde. Ve "eğitim" de "öğretim" de, ölçü de, hedef de "Türkçe"ydi. 

Malîm, köyde en uzun süre kalan öğretmen, iyi bir insandı. Böyle karar verilmişti, iyi insan olduğuna. Beş diploması vermişti bir sürü kişiye. Erkekler ehliyet alabilecekti. Kızların başlığı artacaktı. İyi adamdı, yani. Köy onu o köyü sevdi. Tahta başında başımıza gelenler de güzel anılar hanesine yazıldı. Anlatıp anlatıp gülündü yıllarca.

Tahtanın ödülü ve cezası, okulun da ödülü ve cezası. Okul, ödül yeri ve ceza yeri. Okul, ödül ve ceza. Başımız mı okşanacak, başımıza mı vurulacak, tahtanın önünde duran biliyor. Tahtayı oraya diken. Okulu oraya diken.

*
Çatışma varsa, okul yok. Öğretmenler dönsün geri. Çıksın oradan. Ala. Çıktılar da.
Okul yok ama eğitim kesintisiz. 
Kesintisiz: Tahtanın başında silahlı adamlar var. Yüzsüz. Yüzleri kapalı. Maskeli. Dersi yazıyor ama oraya işte:
"Canım Türkiyem." "Cehenneme gönderme vakti."
Ders bu; "Canım Türkiyem." Türkiye demek, canın demek: Ya candan, canını vererek Türkiyeli olacaksın, ya da canını alacaklar, cehennem onun için. "YA ALLAH YA BİSMİLLAH."

"Kapımıza Dayanıyorsa zulüm, Başka Yol Yok, yA İSTİKLAL yA ÖLÜM."
Zulüm? Devlete itiraz anlamına gelse gerek? "Ne mutlu Türküm diyene" dememek olsa gerek?

*
Zorunlu eğitim, dördüncü zorunluluktur: Devlet-toplum-uyruk ilişkisinde (hepsi birbirine dönüşebilen) zorunlu askerlik, zorunlu çalışma ve zorunlu vergiden sonraki en önemli icat.
İlk üçünde zor hep canlı ve ayaktayken, yani yükümlülük hep açıkken, dördüncüde hak kavramı da devreye girer: Bu icat, eğitimi diğer zorların aksine bir hak olarak talep etmeyi de içinde taşıyan bir yan taşır. Devlet tornasından geçmenin, devleti bir yazılım olarak içselleştirmenin en etkili yolu. Eğitim yoluyla devlet, yurttaşları kendi arzuladığı kalıba döker, asimile eder. "Hak" boyutu, "görev" boyutunu örtse de, "gönüllülük", "zor"u örtse de, Kürt illerinde eğitim meselesi ikincinin gizlenemeyen yanıyla öne çıkar. Zor öndedir. "Görev" öndedir. Her Türk asker doğar ya, her Kürt de Türk olmaya yazgılı doğar. Kara tahtanın önüne gelecek, yabancı bir dilde "eğitim öğretim"ini tamamlayacaktır. Rabia prensibi. "Tek millet, tek devlet, tek bayrak, tek toprak." "Millet"in "tek"liği, eğitim öğretimin tekliğiyle güvenceye alınır. 

*
Yasaklı yerlerdeki okullara yerleşen devlet silahşorlarının kara tahta önündeki pozları, o ağır silahlar, güzelim eğitim öğretim varken onun yerine ne kötü silah, silahşorluk gösterisi değil, bir hata, bir kusur yok o silahşorların yaptığında. Onlar, işin özünü ortaya koyuyor: O tahtanın önüne gelen Kürtler için asıl ders, asıl sorumluluk, asıl yük, yükümlülük, "Türkleşme"dir. Bu "cennet"i kabul etmeyenlere gösterilen adres daima "cehennem" olmuştur. Eğitimin onlardan asıl beklediği de odur. Ortada bir "hak" yok, bir "görev" vardır ve bu görev zora dayalıdır, zorla yerine getirilir. Masadaki silah ve yüzdeki maske bu de-nasyonalizasyon prosedürünün en temeldeki enstrümanı ve güvencesidir. Bazı şahin generaller bu yüzden, "Kadınlara Türkçe öğretemedik" diye yanıp yakılmıştır daha düne kadar. Kimse, "İyi eğitim götüremedik" demez, derdi bu değil devletlû bir kimsenin; anadili Kürtçe olana iyi eğitim Türkçe ile mi verilirmiş?

Kara tahtadan fırlayan, "İnkâr, imha, asimilasyon"dur, çuvaldaki mızrak. Kara tahtaya yazılan yazılar, devletin Kürt için biçtiği yazıdır. Yazgı. Statüsüzlüğün yazısı, yazgısı. Silahlı JÖH'çülerin başöğretmenlik pozları, "Kürtlerin temsili/eğitilmesi" (Daha Türkçe bile bilmiyorlar, iyi mi kardeş. Yoksa onlar da insan) meselesinin gerçeğini ortaya koyar.
Şimdi ceza vakti, kara tahtanın önünde uzun namlulu silahlarıyla dikiliyor yeni başöğretmenler; çocuğa cetvel yeter, olmadı kızılcık sopası. Bir milletin tamamı ceza alacaksa, cetvel mi yeter? İşi bilen, silahını alıp tahtanın önüne geçiyor, başöğretmenliği devralmak için. 
"Din kardeşliği" ya da "insanlık, ilerleme, hümanizm" nutukları eşliğinde Türkçe marşlarla yürüyen iki ayrı kortej, kara tahtanın önünde aynı gerçeğin gereğini yapar. Masadaki silahın koruduğu gerçek. Devletin Kürt için yazdığı levhi mafhuz, JÖH tarafından açık edilmiştir. Fotoğraftan ötürü duruma dikkat kesilecekler de, "Hendeğe bak!" nidasıyla fabrika ayarlarına çevrilir. Zaten onların kahir ekserisi de buna gönüllüdür, zorunlu eğitim bunu garantiye almıştır. Ne kadar eğitim, o kadar garanti, üstelik, iyi bilindiği gibi, bilinmezden gelinse de.

Yorumlar

  1. Kalemine ve de melekelerine sağlık!...
    Öğrenmeye EVET, eğitilmeye (eğilmeye) HAYIR!...

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

12 Eylül bildirisinin tam metni

15 Temmuz darbe girişimi bildirisinin tam metni