Bombanın dili, dilin bombaları


“Shame.” Yaser Arafat, Şabra ve Şatilla katliamları sırasında Filistin halkının ve onun politik hareketinin yalnızlığını ve kuşatılmışlığını İngilizce tek bir sözcükle dile getirmeye çalışmıştı. “Utanç.”
Uludere ve sonrasında olan biten için de uygun tek sözcük bu. Utanç.
**
Şiddet siyasal bir enstrüman. Devlet denilen aygıt, şiddetin çıplak halinin kurumlara yedirilerek ve tekel haline getirilerek toplumda sönümlenmesini sağlamaya çalışır. Norbert Elias bunu “Uygarlık Süreci” adlı nefis kitabında ince ince anlatır. Şiddetin yalın halini dışlamış, toplumsal kullanımını yasaklamış ve kralın bütün adamlarının eliyle yumuşatmış toplumlar ve onların devletleri “uygar” olacaklardır bu tarihsel okumaya ve anlatıma göre. Kralın bütün adamları, askerle rahibin çocukları; bugün biz bunu yasama, yürütme ve yargı diye biliyoruz. Bir de dördüncüsü var bunun, basın.
Uludere’de 35 Kürt canını alan F-16 bombaları resmi söylemin dinleyeni utandıran ifadesiyle bir kazaysa eğer, şiddetin yalın kullanımını siyasal bir enstrüman olarak kullanmaktan, yani siyasal sorunlara karşı askerinin silahını öncelikli tutan, kalanları da bunu onaylamaya ve aklamaya görevlendiren devletin kader olduğu yerin kazasıdır. Dininin temel kutsalı devlet olan yerin kazası. Başbakan’ın özrünü de dilediği Dersim dahil, 83 yıldır Kürtler bu kaderle ve bu kazayla yaşıyor.
**
Uludere’de konuşan şiddetin siyasetiydi; şiddetin siyaseti bomba diliyle konuşur, yerden, yandan ve havadan, her an gelip can alabilir. Şiddetin söylemi daima ölüm ve korku, yani terördür, başka da sonu, sonucu yoktur.
Söylemin şiddeti var bir de; şiddetin söylemini hazırlar, besler, topluma yayar ve şiddet uygulandıktan sonra onu korur, kollar, yönlendirir, akla yatkın hale getirmeye çalışır, üstünü örter, başka alanlara aktarır, tersine çevirir.
Uludere için ilk konuşan AK Parti yetkilisinin yaptığı buydu. Başbakan Erdoğan’ın yaptığı buydu. En son dün akşam Bülent Arınç’ın yaptığı buydu. Bir özür yaralı ruhlara çok yetersiz de olsa bir nebze şifa vazifesi görebilirdi; ama bunu seçmeye yeltenmediler bile. Araya bir vaka daha girdi, bu vakada yapılan buydu: Kaymakam meselesi, bombanın söyleminin nasıl şiddeti üreten ve onaylayan devlet ve devletin ideolojik aygıtları tarafından korunduğunu, kollandığını, yönlendirildiğini, Uludere’nin üstünü örtme, sonuçlarını hafifletme amacıyla kullanıldığını gösterdi.
Yetkililerin söylediklerinden şunu anladık: “Biz (kendi söylemleriyle) bir kaza oldu diye bu işten (bomba, kurşun kullanımından) vaz geçmeyeceğiz. Bizim çözümümüzün temeli bu. Buna tepki gösterenler yanlış yerdedir.” Böylece biz İdris Naim Şahin’in bir kaza değil, kader olduğunu da anlamış olduk. Başbakan, daha önce Taraf gazetesine militarizmi yeren başlığı nedeniyle fırça atmıştı, bu sefer şiddeti yeren başlığı nedeniyle attı.
**
Kaymakam meselesine gelelim: Protesto eylemlerine yönelik polisiye müdahaleler ve kesintisiz tutuklamalar şeklinde yürütülen dolaylı şiddetin yanı sıra, basın ve sözümona düşünen-okuyan-yazan ağızların entelektüel milis olarak görev koştukları mesele oldu: Bu linçti! Bu vahşetti! Bu kabul edilemezdi! Böylece, ilk iki gün aranan ama Uludere vahşetinin boyutları nedeniyle imkan bulunamayan örtme, yönlendirme, şaşırtma manevralarına bir alan ve mesele bulunmuş saydılar kendilerini.
Oysa yayınlanan görüntülere bakıldığında her şey çok açıktı:
Devasa, acılı ve öfkeli bir kalabalığın içinden birileri saldırıyordu kaymakama, evet. Ama kaymakamı koruyan da aynı acılı ve öfkeli kalabalıktı. Yaşlı bir Kürt, “Kuro bese” diyor, kendisini siper ediyordu. Kaymakam oradan F-16’ların, tankların, panzerlerin sayesinde değil, içlerindeki öfkeli insanları tutan acılı ve en az onlar kadar öfkeli insanların sayesinde daha fazla zarar görmeden çıkıyordu. O “Oğul yeter” diyerek kaymakama siper olan yaşlı Kürt’ü görmeyen, sadece vuranları gören herkes, gözü ve aklı devletin tuttuğu farla körleşmiş, söylemin şiddetini Kürt sorununda seferber etmiş olmakla suç işliyor. Ağır bir suç işliyor. Devletin suçu kadar ağır, en az.
**
Gilles Deleuze, çağdaşı ve hayranı olduğu Michel Foucault ile konuşurken, entelektüelin işlevi konusunda şunları söyler: “Artık entelektüelin rolü, herkesin sessiz hakikatini dillendirmek için ‘biraz önde ya da biraz kenarda’ durmak değil; daha ziyade iktidarın hem nesnesi hem de aleti olduğu durumlarda iktidar biçimlerine karşı mücadele etmek: “bilgi”, “hakikat”, “bilinç” ve “söylem” alanlarında.” (Entelektüeller ve İktidar, İki Delilik Rejimi içinde, s. 322)
Deleuze’ün sözünün anlamı, Foucault’nun iktidar analizi çerçevesinde iyice yerine oturur: “İktidar işler. İktidar ağ biçiminde işler ve bu ağ üzerinde bireyler dolaşmakla kalmazlar, sürekli olarak bu iktidara katlanmak ve iktidarı uygulamak durumundadırlar. Hiçbir zaman iktidarın rıza gösteren ya da atıl hedefi olmazlar, her zaman onun aracıları olurlar.” (Michel Foucault, Toplumu Savunmak Gerekir, Yapı Kredi Yayınları)
Evet “yandaş” ya da “karşı” diye baştan belli, kıtalara ayrılmış kimseler yok. Suç, devlet suçu, iktidar üstümüzden, içimizden işliyor. Her an, her saniye. Her olayda yeniden sınanıyoruz. Ya mücadele ediyoruzdur ya da etmiyoruzdur bu işleyişle. Ya dilimizi, aklımızı, vicdanımızı devletin dilinden, aklından vicdanından kurtarmak için çalışıyoruzdur ya da değil. Ya direniyoruzdur ya da iktidar ortağı. Ortası yok.

(3 Ocak 2012 Radikal İnternet)

Ayrıca bakınız:

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

12 Eylül bildirisinin tam metni

15 Temmuz darbe girişimi bildirisinin tam metni