Hileli adım demokrasi yürüyüşü


Son paketin her adımında 
17 Aralık telaşı görülüyor. 
Tutuklamaya kuvvetli gerekçe getirilmesi, 
ÖYM’lerin kalkması 
şeklen doğru hamleler. 
Ama TMK duruyorken 
çıkacak sonuç tektir: 
Tüm mahkemeler 
DGM mikrobuyla enfekte olacak.
 

İlk maddeyle, 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nun 10’uncu maddesi uyarıncagörevlendirilen ağır ceza mahkemeleri kalkıyor. Hani şu ‘özel yetkili’ dediğimiz ağır cezalar. Vaktiyle DGM’ler kaldırılıp yetkileri bunlara verilirken hayli sevinmemiz gerektiği söylenmişti: O ünlü, melun, hukuka aykırılığını hepimizin kabul ettiği DGM’ler bitmişti artık. Ne saadetti. Fakat kısa sürede durum açığa çıktı: Bir şey değişmedi.
Şimdi “toptan kaldırıyoruz” deniliyor, sevinmemiz gerektiği söyleniyor. Neden? E kötüydü bunlar, kaldırdık. Şeklen doğru. O mahkemelerin kalkmasının “kötü” olduğunu söylemek saçma olur. Fakat bu “şekil” esası kurtarır mı?

Tüm sisteme

Cevap sır değil: Kurtarmaz, kurtaramaz. TMK olduğu yerde durdukça, TMK’nın atfıyla TCK’daki 302 gibi hükümler durdukça, bu değişikliğin tek anlamı olur, o anlam da aslında getirilen madde içinde tasvir ediliyor. Deniliyor ki, “Dosyalar (olağan) ağır cezalara geçecek. Kadrolar da müktesebatlarına göre “dağıtılacak”tır. Bu “dağılım”, TMK için de geçerli olacaktır. Daha açık söylersek: TMK durdukça öngördüğü ‘olağanüstü hal hukuku” ve ona içkin olağanüstü yargı mantığı onda tecessüm eden olağanüstü yargı usulleri kalkmamış olacaktır. Bunlar durduğu sürece, ÖYM’ler kalktıktan sonra tüm “ağır ceza”lar, “özel yetkili”ye dönüşecektir. Hoş, zaten “özel yetkili” olmayan bir mahkememiz yok aslında; ama bu kasıtlı “enfeksiyon”dan sonra daha da “özel”leşeceklerini söylemek kehanet sayılmaz.

Tutuklama gerekçeleri ve habeas corpus

Tutuklama konusundaki gerekçesiz iş görme hastalığına iyi bir müdahale var: “düşündürebilecek emareler” yerine “göstren somut deliller” vb. ifadeler  getirilmesi, hastalığın tedavisi yolunda, lafzi boyutta da olsa iyi girişim.

Şu hüküm ilginç:

“(2) Yakalanan kişi, en geç yirmidört saat içinde yetkili hâkim veya mahkeme önüne çıkarılamıyorsa, aynı süre içinde yakalandığı yer adliyesinde, mevcut değil ise en yakın adliyede kurulu sesli ve görüntülü iletişim sisteminin kullanılması suretiyle yetkili hâkim veya mahkeme tarafından bu kişinin sorgusu yapılır veya ifadesi alınır.”

Şimdi, teknolojiden yararlanma elbette iyidir. Fakat, nasıl bir memleketteyiz ki, yakalanan bir kişi 24 saat içinde “yetkili hakim ya da mahkeme” önüne çıkarılamıyor? Maddenin, 24 saatin bu iş için yetmeyeceğine yönelik bu kabulü, çözebileceğinden daha çok sorun çıkarmaya aday. Son dönemlerde, en son Ali İsmail Korkmaz davasında gördüğümüz “dava taşıma” eğiliminin, idarenin “olağan yargı” ve “olağan yargı usulleri”nden hoşlanmadığının sayısız sonuçlarından biri olduğunu hatırlatarak devam edelim: Maddenin kabulü, fiziki şartların getirdiği bir mecburiyetten çok, kolluk güçlerinin eski ama eskimeyen bir hastalığının, yargıdan önce yargıç olma hastalığının tedavi edilemeyeceği olmasın? Zira “hakim karşısına çıkma”, yani habeas corpus ilkesinin, suçlanan kişinin bedeninin yargıç tarafından görülmesinin anlamı, onu kamerayla görmesinden hayli farklıdır. Yakalanan kişinin hakimin bulunduğu yere götürülmesi demek, hakimin hakimiyetindeki bir mekana götürmek demektir; “en yakın adliyedeki sesli ve görüntülü iletişim sisteminin” kullanılması yoluyla “sorgu” yapılması, hakimin hakimiyet alanına girmesi demek olabilir mi? Bir kere, habeas corpus’un ruhuna göre mesele sadece sanığın “sorgu”sunun yapılması değildir; kurum, yakalanan kişinin yargıç karşısına çıkarılana kadarki süreler içinde başına gelmiş ya da gelebilecek hukuksuz işlere karşı bir güvenceyi de içerir. Yanında bir avukatın bulunması filan, bu temel sıkıntıyı gidermez. Hızlı treni, metrosu, duble yolları niçin yaptık dersiniz? Bir kişinin 24 saat içinde doğal yargıcının karşısına çıkmasını sağlayamamak, bunu da bir maddeyle normal hale getirmek, kolluk hastalıklarına verilmiş bir tavizdir. Sonuçlarının hayırlı olmayacağını söylemeye gerek var mı?


İki yıldan az cezalara tutuklama yasağı getirilmesini, tutuklama huyunu otoparkta tartıştığı yurttaşı tutuklatmaya kadar varan savcı ve yargıçların kol gezdiği ülkede beğenmemek olmaz.
Ve bir de yeni hüküm;  “Şüpheli veya sanığın mükerrir, itiyadi suçlu veya suçu meslek edinen kişi olması durumunda da tutuklama nedeni var sayılabilir.”
Ne güzel değil mi! Kanun koyucu, “suç tekrarı”nı söylerken ne söylediğini biraz anlıyoruz; fakat “itiyadi suçlu” ve “suçu meslek edinen kişi” nedir? Önce bir mahkeme “itiyadi suçlu” kararı mı alacak, ya da “suçu meslek edinen kişi” kararı? Bunlar, kanun koyucunun yargıca “ihsası rey” emretmesi değil de nedir? Tekerrür, sık suç işleme gibi hukuka uygun tutulmuş yargısal sicil kayıtlarından çıkarılacak bir ifadenin peşine “itiyad” ve “meslek” gibi lafların sıkıştırılması, kanun koyucunun toplum bireylerine önceden “değer yükleyen” bir ideolojik bakışa sahip olduğundan fazlasını göstermez.

Temel bir sorun: Mülkiyet!

Malvarlığına el koymaya yönelik hükümlerin değiştirilmesi, sınırlanması önemli. Çünkü her kuşku durumunda ve hiçbir şey kanıtlanmadan önce malvarlığına el konulabilmesini mümkün kılan mevcut düzenleme, açık biçimde mülkiyet hakkının kökten ihlali niteliğini taşıyordu. Yeni düzenlemenin, “yolsuzluk yapanları koruduğu”na yönelik itirazlar haklı bile olsa, temelden hukuksuz bir maddenin “kalkarsa yolsuzluğun kanıtlanması ve zararının azaltılması zorlaşır” diye savunmak, KCK, Ergenekon ve Balyoz gibi davalardaki usulsüzlükler ve hukuk dışı düzenlemelere yönelik savunmaları onaylamak anlamına gelir.

Doğru fikir, hatalı yol

Elbette, paket toptan 17 Aralık ve sonrası suçlamalardan kurtuluşu gözetiyor. Bu açık, fakat mesele ne olursa olsun yolsuzlukları ortaya dökmektir dersek başka bir hukuka varırız, hukuk devleti ilkelerini gözeterek işi çözelim dersek başka bir sonuca.
Malvarlığına el koyma tedbiriyle dinleme-izleme izinlerindeki “oybirliği” kararı da tuhaf, şu nedenle: Yargının şimdiye kadar oturmuş karar oluşturma biçimleri var. Tedbirlerin “oybirliği”yle, hükümlerin oy çokluğuyla verilebilmesi, 17 Aralık telaşının getirdiği bir tür cin fikirlilik. Temel hakları, mülkiyet ve özel hayatın gizliliğini korumak için yol az değil, bu bulunansa en iyi yol değil.
Yine el koyma tedbirinde MASAK, SPK vb. kuruluş raporlarının esas alınacak olması, “yolsuzluk” denilen meretin kamu göreviyle bağını düşündüğümüzde, buna bir de “yargıya yardımcı devlet kuruluşları”ndan Adli Tıp’ın içler acısı halini eklediğimizde, neden bağımsız bilirkişi yollarının aranmadığını sormak kaçınılmaz hale gelir.

Amirime dokunma!

Kolluk amirlerinin inceleme ve soruşturmalarının Adalet Bakanı izniyle yapılmasının, polis şeflerinin de kolluk amiri olarak konumlandırılmasının, yargısal sürece idarenin kuvvetli ve uygunsuz müdahlesi olduğunu tekrar etmekle yetinelim.
Paketin 15’inci maddesi, “özel yetki”nin, yani “olağanüstü hal hukuku”nun özel yetkili mahkemeler gerekmeksizin kullanılacağını güzel gösteriyor. Şaşırtıcı bir şey yok: Şu anda cezaevinde bulunan KCK, Ergenekon, Balyoz ve çok sayıda digger örgüt davalarına zemin açan bu hükümler, bir teşkilatı istisna tutuyor: Milli İstihbatar Teşkilatı, onun mensupları 302, 309, 311, 312, 313, 314, 315 ve 316’dan suçlansalar bile koruma zırhı altındalar.

Prensipsiz pragmatizm

Paketin 18’inci maddesi, yeni deyimle “bir harika dostum.” Ceza paketi içinde bir idari hüküm. Şöyle: “2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 27 nci maddesinin (2) numaralı fıkrasının ikinci cümlesinden sonra gelmek üzere aşağıdaki cümle eklenmiştir:

“Ancak, kamu görevlileri hakkında tesis edilen atama, naklen atama, görev ve unvan değişikliği, geçici veya sürekli görevlendirmelere ilişkin idari işlemler, uygulanmakla etkisi tükenecek olan idari işlemlerden sayılmaz.”
Yani? Son atamalara kaba bir müdahale. Ne diyor? En kaba özetle: Yürütmeyi durdurma kararı alamazlar.
Madde 19 da hem paketin hem de kanun koyucunun sevdiği usulün prensipleri unutmadan sorunlara çözüm üretecek yasalar yapmak değil, canını sıkan işlere sıkıntıyı azaltacak biçimde yani ünlü “yok kanun/yap kanun” formülüyle yasalar yapmak olduğunu gösteriyor. 
“4. Mahkeme kararlarının süresi içinde kamu görevlilerince yerine getirilmemesi halinde de tazminat davası ancak ilgili idare aleyhine açılabilir.”
Nedir bu? Şudur: Mahkeme kararlarını yerine getirmeyen kişiye dava açma tehdidinin bulunması, kamu görevlilerini idari amirlerinin baskısına karşı direnmeye zorlamanın bir yoluydu, uygun bir madde miydi tartışılır ama mantık buydu. Şimdi ne oluyor? Mahkeme kararını yerine getirmeyen kişi, şahsi tazminat davasına muhatap olamayacağına göre, daha pervasız da olabilir. Aslında, iki yol da birer seçimdir ve mahkeme kararını yerine getirmemenin suç olmaktan çıkması söz konusu olamaz. Son iki madde bize, iktidarın kanunları prensiplere dayalı bir hukuk sistemi kurma amacıyla değil, çıkarlarıyla ilgili yolları döşeme ya da tıkama yoluyla yürüdüğünü iyi gösteriyor.

Umalım, sel gittiğinde kalan kum içinde biraz hukuk olsun.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

12 Eylül bildirisinin tam metni

15 Temmuz darbe girişimi bildirisinin tam metni