Ahmet'le Emine'nin elleri
Eylül bir iş katliamıyla bitti. Ama bizim daha büyük
işlerimiz var, demokrasi filan kuruyoruz, üstünde durmadık: Sakarya’nın
Pamukova ilçesinde tarım işçilerini taşıyan kamyonet yoldan çıkarak bir ceviz
ağacına çarptı. Kasa işçi doluydu. İşçi ucuzdur. Kadındılar. Kadın işçi daha da
ucuzdur. Tarım işçisiydiler. Tarım işçisi sudan ucuzdur. Kasada taşınıyorlardı.
Açık kasada. Kamyonetin kasasındaki işçilerden sekizi kazadan canlı çıkamadı: Nermin
Yeltekin, Hülya Yeltekin, Emine Hatun Çöl, Nazlı Gülfer, Nesrin Ağaçdelen,
Hatice Fidan, Serpil Avcı ve Hacer Yıldız.
Yevmiyeleri 50 liraydı. Ayva toplamaya götürülüyorlardı.
Bahçeden bahçeye dolaştırılıyorlardı. Piyasalar bu işlere karışmaz, o yüzden ne
borsa etkilendi, ne döviz kıpırdadı, ne bono fiyatları oynadı. Ekonomimizin
canı insan canından kıymetlidir, üstündür; ekonomiyi canlandıracak işlerin,
işçi canını alan işlerle bir ilişkisi yoktur. Ölen işçilerin yol açabileceği
tek zarar, tüketici nüfusunun azalmasıdır. Fakat mekro ekonomistlerimiz iyi
bilirler ki yevmiyesi 50 lira olanların bu oyunda fazla yeri yoktur. Ekonomistlerin
bildiğini hepimiz biliriz, o yüzden televizyonlarda birkaç dakikalık,
gazetelerde birkaç sütunluk haber olur, geçer gider. Daha önce geçip gidenler
gibi.
Ekim bir iş-çocuk cinayetiyle açıldı: 2 Ekim’de İstanbul
Beyoğlu ilçesinde iki it grubu silahlarını çekip birbirine girdi. Sıktıkları
kurşunlardan bir konfeksiyon işçisi çocuğa geldi. Emine Demirel’e. Kürdistan’da
geçimsiz bırakılmış ailelerden birinin çocuğuydu. Ortaokul öğrencisiydi. Sabah
okula gidiyor, öğleden sonra kardeşlerinin yanına giderek onlara yardım
ediyordu. Yardım dediğiniz, çağdaş sanayi kölesi. Bir binanın üçüncü katında.
Aşağıda süfli çeteler birbirine girdiğinde, bakmaya yönelmişti. Çocuk demek
merak demek. Çocukluğu büyük çete tarafından elinden alınmış olsa bile. Büyük
çetenin köleye çevirdiği Emine çocuk, küçük çetelerin birbirine sıktığı
kurşunlardan biriyle gitti. Bu güzel çocuğu Mardin’e, topraklarına götürdüler
ve kaldırdılar. Kaldırıp atıldığı topraklarına gömdüler. Piyasalar bu işlere
karışmaz. O yüzden ne borsa etkilendi, ne döviz kıpırdadı, ne bono fiyatları
oynadı. Ne de politika yapıyorum diyen bir kimse ses etti.
O lastik terlikli fotoğrafla dalgın, mahzun ve şaşkın
hepimize bakan Ahmet Yıldız’ın başını pres ezdiğinde de böyle olmuştu. İki
sütun haber, iki satır laf… Büyük çeteler, demokrasi, milli irade, milli kalkınma,
rekabet, büyük ekonomi filan lafları eşliğinde çocukluklarını rehin aldı. Küçük
çeteler de canlarını aldı Emine ile Ahmet’in…
Emine’nin çalıştığı konfeksiyon atölyesinde dikilen
elbiseler üstümüzde hepimizin. Öyleyse Emine’nin iki eli yakamızda olmaz mı? . Günahları
boynumuzda?
Ahmet o fotoğraf makinesine baktığı umutsuz mahzunlukla
bakıyor hepimize. İki eli yakamızda değil mi onun da?
"Aynı kayıktayız, aynı gemideyiz" teranelerini susturunca ülkenin fotoğrafı daha netleşiyor: Emine'ye önce sürgün, sonra kurşun. Ahmet'e pres. Kamyon kasasındaki sekiz işçi yoldaşa kamyon kasası... Durmak yok yola devam dersiniz tabii ki kolayca, yolda vurulan, yolda ezilen, yolda düşen sizden değil.
"Aynı kayıktayız, aynı gemideyiz" teranelerini susturunca ülkenin fotoğrafı daha netleşiyor: Emine'ye önce sürgün, sonra kurşun. Ahmet'e pres. Kamyon kasasındaki sekiz işçi yoldaşa kamyon kasası... Durmak yok yola devam dersiniz tabii ki kolayca, yolda vurulan, yolda ezilen, yolda düşen sizden değil.
Ahmet’i, Emine’yi
görmeden, onların davalarını sahiplenmeden sahiplendiğimiz davalardan demokrasi
çıkar mı dersiniz? Oradan çıkacak şeye demokrasi diyebilir miyiz?
Yorumlar
Yorum Gönder