Beyaz niye tekledi?
Şov devam etmeli. Gösteri sürmeli.
Peki Beyaz niye tekledi? Şov sürmeli kuralına harfiyen uymuş
görünüyorken? Vatanına, milletine, devletine, (babası da olan)
polisine, seyircisine, konuklarına bu kadar bağlıyken? Bağlı ve
yağlı işinde niye fire çıktı?
Şov, bir yere göndermez, bir yere
götürmez, kendisine bağlar. Televizyon şovu da yakalar ve
yakaladığını ekrana bağlar. Göz bağcılığı. Form olarak
"sanat"a, tiyatroya benzese de, bir yere göndermeme
yanıyla sahne sanatları denilen şeylerden (danstan bile) ayrılır.
Bir yere göndermez, fakat gönderilebilinecek, ulaşılabilinecek,
yaklaşılabilinecek şeyleri, yerleri, fikirleri siler: Bağlanarak
izlenen şov anında bir silme işlemi yürürlüktedir.
"Televizyon, nüfusun çok
büyük bir bölümünün beyinlerinin oluşturulmasında bir tür
fiili tekele sahiptir." (Pierre Bourdieu, Televizyon
Üzerine, Yapı Kredi Yayınları, çev: Turhan Ilgaz... Bourdieu'nun
televizyon haberciliği ve fikir programlarını öne alarak yazdığı
kitabındaki saptamalarını ve açtığı tartışmaları, şov
programları öne alınarak düşünmek hayli ilginç esasında;
haber ve tartışma programları "fikir yazar"ken, şov
programları fikir siliyor gibidir; zihin yazarken biri, biri zihin siliyor.)
Ekran derinliği
Beyaz'ın şovu, güleç bir şov,
güler yüzlü, neşeli, sempatik filan. Güleç, güler yüzlü,
sempatik işler hep boş olmak zorunda değil, hep derinliksiz olmak
zorunda değil, ama bu program derinliksizliği seçmiş bir program.
Ya da "ekran derinliği"ni seçmiş.
Peki, Beyaz şovda neler oldu? Neden
karardı çehreler, suratlar, diller?
Aslında suratlar daha sonra karardı,
fakat yine de programda bir kesinti oldu, öncelikle. Beyaz şovda
şov kesildi: Bir telefon, şova, ekran yüzeyselliğine, karşısına
oturulmuş bağlayıcılığa uymayan, onu kesen, onun arkasında
başka görüntülere yollayan bir delik açtı. Küçük bir delik.
"Türkiye'nin doğusunda, güneydoğusunda neler olduğunun
farkında mısınız?" dedi, "burada
doğmamış çocuklar, anneler, insanlar öldürülüyor."
"Doğu, güneydoğu"
Ne kimin öldürdüğüne dair bir şey
söyledi, ne herhangi bir etnik imada bulundu, ne doğrudan (devlet,
güvenlik güçleri vs.) kimseye suçlama yöneltti. Bunlar
çıkarsanabilir, fakat söylenmemiştir. Dahası, "doğu ve
güneydoğu" derken, yani "burası"nı tanımlarken
mesleğine atfedilen kurala, devletin de onayladığı temel coğrafi
dillendirme kuralına uyuyordu; yani "Kürdistan" deme
yasağını çiğnemiyordu. Bir "bilgi" veriyor, tasvir
ediyor, talepte bulunuyor, dua ediyordu.
"Sanatçı olarak, insan
olarak, bir şekilde siz de yaşananlara sessiz kalmamalısınız..."
Fakat
Daha "alo" faslından sonra,
"Yalnız müsaadenizle ben çok kısa konuşmak istiyorum"
dediğinde Beyaz'ın yüzü değişti. "Çok kısa konuşma"
yeri elbet orası, fakat şovun konuşmasıyla bildirimin, tasvirin,
talebin, duanın konuşması bir değil. Beyaz'ın ilk tedirginliği
buydu. Konuşma sürerken, en iyi bildiği şeyle durumu karşılamaya
karar verdi: Sorumluluk bildirimi, olan bitenin tasviri, bilgi
aktarma talebi ve ölümlerin son bulması duasıyla harmanlanmış o
kısacık konuşmanın risklerini en aza indirecek yolu seçti
aslında Beyaz, programını, şovunu ve kendisini korudu: Telefon
eden öğretmeni ve söylediklerini şovun parçasına çevirmeye
girişti.
Guy Debord'un formülü
işbaşındaydı yani:
"Gösteri toplumunda kurtuluş
vaatleri de gösterinin bir parçasına dönüşür, sahteleşir."
(Gösteri Toplumu, Ayrıntı Yayınları; çev. Ayşen Ekmekçi,
Okşan Taşkent)
Kurtuluş vaadi yerine, ölümlerden
duyulan üzüntü, vicdanlı davranış talebi, adil olma çağrısı
ya da vaadi (zaten Beyaz "çağrı"ya "vaat" ile
cevap vermedi mi?) yazarsak, formüle ne kadar uygun olduğunu
görürüz.
Aslında başardı da: Üç kere
alkışlattı öğretmeni. Uzaktan, derinden, kuyudan gelen sesi
"ekran sesi"ne, ekran yüzeyselliğin, ekran (şov)
gerçekliğine, derinliksizliğe, yüzeyselliğe tercüme etti.
Alkışlanan neydi?
Ne sözler, ne söyleyen
alkışlanabilirdi oysa: Sözler gerçekse, çocuklar, anneler,
insanlar ölüyorsa alkışlanacak ne var? Yine sözler gerçekse,
söyleyenin en son isteyeceği şey alkış olurdu. Alkış ama söz
kesmenin, sözün anlamını, değerini değiştirmenin en iyi
yollarından biri: Kargış gibi. Beyaz alkışı seçerek sözleri
şova tercüme etmeye yöneldi. Başardı bunu. Beyaz'ın ilk kararı
ve ilk yaptığında Ayşe öğretmenin sözleri, bir şovun duyarlık
gösterme pasajına çevrildi, o pasajdan geçip kendi şovuna döndü
Beyaz.
Fakat başka bir mekanizma çalıştı,
beyaz ekranın şovundaki bu küçük deliğin yol olmaması için
"sosyal medya" denilen yeni medyum'un içerik üreticileri
devreye girdi:
Beyaz'ın ilk ihaneti, öğretmenin izin verdiği
sözlerinin içeğiriyle ilgili değildi hayır, ihanet, şov
programında şovu kesen, şovda delik açan, şova yabancı bir
sözün devreye sokulmasındaydı. Ertuğrul Özkök'ün,
terörün ve devletin demek ki devlet terörünün de apolojistliğini
meslek edinmiş bir başka şovmenin yumurtlayıverdiği "Hepimiz
biliriz ki, sadece söylenen söz değildir önemli olan"
vecizesinin anlam kazandığı yerdir burası: Ertuğrul Özkök'ün
zannettiği gibi "söylenen ve arkasındaki amaç da önemli"
olduğu için değil, hiç değil, kimse Ayşe öğretmenin
"arkasındaki amaç"tan haberdar değildir, herşey atıftan
ibarettir. (Amerikan Yüksek Mahkemesi'nin bir kararında dediği gibi, "Hiç kimse, şeytan bile, insanın aklından neler geçtiğini tam olarak bilemez." Ertuğrul Özkök hariç!)
Kıyamet noktası
Önemli olan, Beyaz ve Ertuğrul Özkök için önemli
olan, şovun kesilmesi, şova yedirilemeyen cümlelerin akmasıdır.
Yoksa, Özkök ancak tanrıların bilebileceğini nasıl bilebilir?
Arkadaki amacı? "Masum gibi görünen sözlerin arkasındaki
amacın o kadar da masum olmadığı bellidir." Öğretmenin
masum olmadığı iddiası, boş bir iddia bile değildir, iddia
görünümü verilmiş mesnetsiz atfı cürümdür. Beyaz'ın (ve en
güçlü savuncusu olmak isteyen rütbesiz şövalye, ebedi pikador
Özkök'ün) atladığı kural ve bunu keşfedip tartışmaya açma
hızı konvansiyonel medyayı kat kat aşan yeni medyanın
cezalandırma kapasitesi birleşince, fuzuli kıyamet kopuverdi. Şov
kuralına ihanetin yol açtığı kesinti geçiştirilebilirdi belki
fakat, şov programında açılan deliğin gönderdiği "gerçek",
yeni medyanın devreye girdiği yer oldu. O delikten bakılmamalıydı.
"Ve eğer bunca değerli
dakikalar bunca önemsiz şeyler söylemek için kullanılıyorsa,
bunun nedeni, bunca önemsiz bu şeylerin, değerli şeyleri
gizledikleri ölçüde, aslında çok önemli olmalarıdır."
Bourdieu'nun Televizyon Üzeri'nde esasen haber ve tartışma
programlarını öne alarak, münhasıran onları düşünerek
yaptığı bu saptama, her türlü şov programı ve sair ıvır
zıvır için de geçerlidir elbette. Televizyonu "bilgiye/gerçeğe
ulaşan pencere" olmaktan çıkarıp, evin beşinci duvarına
çeviren işlemcinin çalışma biçimidir bu. Şov ve sair ıvır
zıvır programlarında sosyolgun saptadığı gibi "beğenileri
sömürmek, şımartmak" varsa da bundan ibaret değildir sadece
söz konusu olan, zamanı ve o zaman içinde çalışan zihni ıvır
zıvırla doldurmak, sözüm ona enformasyon ya da fikir aktarmış
gibi yaparken gizlenenin, "önemli olan"ın keşf
imkanlarını uzun vadede silmektir.
"Televizyon, nüfusun çok
büyük bir bölümünün beyinlerinin oluşturulmasında bir tür
fiili tekele sahiptir. Oysa, gelgeç olaylara önem atfederek, o
değerli zamanı boşlukla, hiç ya da hemen hemen hiçle doldurmak
suretiyle, yurttaşın demokratik haklarını kullanmak için sahip
olması gereken ve asıl önem taşıyan enformasyonlar dışlanırlar."
(age)
TCK ve TMK "suç" demiyor!
Ayşe öğretmenin "suçu", ne sözlerinde, ne de sözlerinin arkasındaki varsayımsal amaç ya da amaçlarda; ayşe öğretmenin suçu, biraz Bourdieu'ya yaslanarak söylersek, bir televizyona "buyur" edilmeden enformasyon ve fikir beyanına girişmesinde; televizyon fikirleri sever ama sadece "buyur" edilmiş fikirleri sever. O halde Ayşe hanım, hem bir şov programını bir enformasyon programına çevirmekle hem de buyur edilmemiş, seçilmemiş, onaylanmamış sözlerle bunu yapmakla iki kere "suç"ludur. Yoksa, TCK ve TMK gözlükleriyle bakacak en yaman (yani hukuk bilmez) savcı bile bir suç bulamayacaktır.
Bütün bunlara ilave olarak, herkes
(Beyaz ve Ertuğrul Özkök) iyi biliyor ki, mesel "Kürt
meselesi" olmasa, Beyaz'ın o uygunsuz telefonu şova çevirme
girişimi başarılı olmuştu; alkış, üç kere alkış, işi
bitirmişti. Kürt meselesi, iktidarın kurmak istediği yeni
totaliter düzenin iştahıyla birleşince, tepkinin şiddeti büyüdü. Çünkü iktidar, sadece herkesin işini yapmasıyla, iyi yapmasıyla yetinmiyor, "aktif katılım" bekliyor. Hani şu kır gezisinde "silah gösteren" Milli Eğitim Müdürü gibi. Hani şu "Askere giderim savaşırım" diyen başsavcı gibi. Hani şu Kürtlerin her taleplerine sabah akşam cevap bildirileri yazan İstanbul Barosu Başkanı ve Barolar Birliği Başkanı gibi. Doğan Grubu da Beyaz'ı kurban ederek "vatana, millete,
devlete" ne kadar bağlı olduğunu, yeni devletin yeni
emirlerini beklemeye ne kadar hazır olduğunu ilan ediverdi.
Beyaz, Badiou'nun deyimiyle nadiren ayağına gelen ve kendisine "özneleşme" imkanı verecek olayı önce şova çevirerek başından savmak istedi; yetmeyince başını kütüğe koyarak af beklemeye koyuldu. Yağlı işini kaybetse de bağlılığını kurtarmak istiyor hiç değilse. O da, herkes de biliyor ki balta kütüğe "ora"da inmiyor, "bura"da iniyor. "Bura"sı da onları ilgilendirmiyor.
valla iyi bir yazi olmus.
YanıtlaSil