Tekirdağ nere Guantanamo nere

Cezaevlerinde eylemler var. Mutada bindi. Açlık grevleri. Biri bitiyor, bir ibaşlıyor. Feryatlar eşliğinde. En çok yakınılan yer Tekirdağ F Tipi. 31 mahkûm açlık grevindeydi orada. Bir de Guantanamo’da açlık grevi var.


Tekirdağ’daki mahkûm ve tutukluların talepleri şöyleydi:

“Fiili ve psikolojik işkenceler derhal son bulmalı, ilgili personel hakkında adli-idari işlem yapılmalı.”

“45/1 No’lu genelgede düzenlenen sohbet hakkı tam olarak ve tüm mahpuslara eşit uygulanmalı.”

“Aramalar uygun yapılmalı, defterlerimize el koyma uygulamasına son verilmeli. Disiplin cezası terörü son bulmalı, bu temelde açılan ve sonuçlanan disiplin cezaları iptal edilmeli.”

“Ağırlaştırılmış müebbet hükümlüsü mahpusların koşulları insanileştirilmeli.”

“10 kitap 10 gazete-dergi sınırlaması getiren karar geri çekilmeli.”

“Yer değişiklikleri talebe uygun yapılmalı, keyfi ve zorla yer değiştirmelere son verilmeli.”

Çıplak insan

Arama deyince, çıplak arama yapılıyor. İnfaz görevlileri, mahkûmu soyuyor. Mahkûm soymayı, mevcut Başbakan’ın da lanetlediği 12 Eylül ürünü Diyarbakır Cezaevi’nden iyi biliyoruz. Irak’taki Ebu Garip’ten iyi biliyoruz. En son Guantanamo’dan iyi biliyoruz! Devlet, mahkûmu niye soyar? “Çıplak bedenin, yaşamın, her şeyin bana ait. Ben efendiye” demenin en eski, en basit yolu. İnsan rızası dışında çıplak doğar, çıplak ölür; inanca göre, ya doğanın ya tanrının huzurunda çıplaktır yani. Soyan otorite, ikisine de üstün olduğunu değilse, en azından eşit olduğunu dayatır. Ebu Garip ile Guantanamo, Batı otoriterliğinin hukuka dair sözlerinin yaldızlarının döküldüğü yerler. Vatandaşlarıyla dünyanın kalanını ayıran iki hukukun kendini gösterdiği yerler. “Yabancı”ya başka hukuk, eskiden beri zalim devletlerin alametlerinden biri. İnsan sayılmayacak kadar yabancılaştırmak, yıkıcı otoritelerin bildik yöntemi.

Mahkûmu soyan, kendisini tanrı yerine koyar; böylece tanrının hukukunu da çiğner. Mahkûmu soyan, soyduğunu yabancılaştırır, yabancı sayar. Yurttaşa yabancı muamelesi yapan statükonun yıkılmadığını, sadece statü sahiplerinin değiştiğini bir daha tekrar edebiliriz burada.

Defter, kalem, kitap

Arama denilince, defter, kalem, kitap alınıyor. Defter, kalem niye alınır? Niye mahkûmun/tutuklunun okuması, yazması sorundur? Mahkûma bakış teoride ikiye ayrılır. Bir grup düşünür der ki: Efendim infaz, bir ödetmedir. Bu intikamcı teori bile, “ödetme”nin koşullarını yasalarla belirlemekten vazgeçmez ve yasada yazmayanın uygulanmasını hoş görmez. Amerikalıların Guantanamo’ya ABD yurttaşlarını koymama sebebi budur: Yasalarda yazılmayan işleri yurttaşlarına yaparlarsa, ödetme teorisini en çok seven bu ülke bile hukukunun sarsılacağını bilir. Diğer gruba göre infazın amacı, ıslahı sağlamaktır. Islahçı bakış da kuralsız cezaya soğuktur. Yine ikisi de cezanın limitini belirler, idam bir kenara, ceza daima sürelidir. Bu süre tamam olunca mahkûm “ödemiş” olur, “ıslah” edilmiş olur, topluma dönmeye hazır olur. Pratikte böyle olmasa da teori kendini yalanlamayacaksa, mahkûmun “dönüş yolları”nı kapatmayı değil, açmayı öngörür. Deftersiz, kitapsız, okumasız, yazmasız kim nereye dönecek? Burnundan getirme ve dersini verme sarkacı arasındaki zulüm pratikleri.

Sohbet hakkı. Alman romantizminin çıldırmış şairi Hölderlin “insan”ı “bir söyleşi” olarak tanımlar; şöyle:

“Çok şey öğrenmiştir insan.
Göklülerden nicesini adlandırmıştır o
Biz bir söyleşi olalı
Ve birbirimizden işitebileli.”

Martin Heidegger, buradan yola çıkarak uzun uzun konuşur insan hakkında. Biz uzatmayalım: Söyleşi yoksa, dil yoktur. Dil yoksa insan yoktur. Söyleşiyi yasaklamak, insanın oluş imkânını yasaklamaktır. Söyleşiyi sınırlandırmak, insanın oluş imkânını sınırlandırmaktır. Ne ödetme, ne ıslah etme, bu soyulmuş bedene, kimseye hesap verme mecburiyeti olmayan otoritenin mührünü vurmaktan başka bir şey değildir.

‘Tutuklu’ nedir?

Tutuklu-mahkûm oranının en sorunlu olduğu ülkelerden biri Türkiye. Uygulamada da tutuklularla mahkûmlar birlikte tutulur. Bu da “ağır suçların failleri” için öngörülen cezaevi koşullarıyla suçluluğu kanıtlanamamış olanların cezaevi koşullarını eşitler. Bu eşitsizlik, hukukun kendi iddiasının iflasıdır aslında: Suçu kesinleşmeden F tipine biri konulabiliyorsa, yargılama o kadar da gerekli olmaktan çıkar!

Tekrar olacak: Bu düğümler, Türkiye’deki “ceza ve tutukevleri”ni hukuk ilkelerine göre yürütülmüş ya da yürütülen yargılamaların ilgililerinin konulduğu yerlerden çok, hükümran fermanıyla insan tıkılan yerleri andırıyor. Cezaevi değil zindan.

Azledilmesi gereken akıl

Cezaevi, zindan filan deyince sormamak olmaz: Sahi, Pozantı’ya ne oldu? Nerede o zindanda Kürt çocuklarına alçakça muameleler yapan küçük Kuyucu Murat Paşa’lar? Nerede cezalarını ödüyorlar ya da topluma katılmaya hazırlanıyorlar?

“Devlet, en hakiki hayattır” diyen bakan azledildi, güzel ama, devlete kutsallık atfeden akıl niye azledilmiyor? Yurttaşı yabancı sayan akıl? “Barışa gidiyoruz, sus” demeyin lütfen, devletin kutsal olduğu yerdeki barış devletlulardan başka kimseye yaramaz neticede. Yurttaşın kutsal olduğu yer lazım. Bu yüzden o silahların susmasına ne kadar seviniyorsak, bir daha ateş almamalarını ne kadar çok istiyorsak, bu işleri yapan devletin yerli yerinde durmasına o kadar karşı çıkmak zorundayız.

* * *

Yazıyı bitirdim, iki haber aldım: Bir, eylem bitmiş. Ne yazık ki yazıdan vazgeçmeye yetmeyecek bir haber; biri biter, biri başlar hal buyken. İkinci haber, her şeyi daha kolay anlatma imkânı verdi aslında: Hani Mehmet Ağar var ya, ona uyguladığınız infaz hukuku var ya, işte o bütün yurttaşlar için uygulanırsa, çok az sorun kalmış olur. (30 Nisan 2013 Radikal)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

12 Eylül bildirisinin tam metni

15 Temmuz darbe girişimi bildirisinin tam metni