Ebedi üçüncü adam: Bülent Arınç

Gücü, gücünü geri çekmesinden, kenara almasından geliyor gibi. Bir ricat uzmanı. Bireysel olarak temizliğinden emin, kolektif suçların kendisini kirlettiğine inanmıyor çünkü.






Üçüncü adam. Tek adamlar cennetinde zor bulunan bir özellik. Tek adam norm gibi olunca, ikinci adam mecburiyet halini alır. En ünlüsü İsmet İnönü olan ikinci adamların yerine oynayan, o yerin kendisine ait olduğunu düşünen çok kişi olsa da, onlar hep ikinci adam ruhundadırlar. Bülent Arınç ise ne tek adam, ne ikinci adam ne de atanamayan ikinci adamlardan. O, üçüncü adam. Genişletilmiş Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, dizinin dibinde edep erkanla oturduğu hocası Necmettin Erbakan’la çatışmaya girdiğinde, Ankara’dan İstanbul’a uçan heyetin ön saflarındaydı. Erbakan’ın ikinci adamlar teşbihinden Recai Kutan’a karşı ilk adaylığı aklından o geçirdi. Ayrışma sürecinde sırasıyla yerini Abdullah Gül’e ve demek ki Erdoğan’a vermekte tereddüt etmedi. Ne bir, ne iki, o üçüncü adam.

Bir ricat uzmanı
Gücü, gücünü geri çekmesinden, kenara almasından geliyor gibi. Güçlü birinci adamlığa ve her an güçsüzlüğe yazgılı ikinci adamlığa değil, güçsüz göründüğünde güçlü, güçlü göründüğünde güçsüz olunabilecek üçüncülüğe park etmiş. Bir ricat uzmanı.
Ricatları akılda kalır cinsten: Deniz Feneri davasında, “onca yıllık siyasetçiyken bir eviyle bir kötü arabasından başka bir şeyi olmadığını”, daha dün bu işlere girenlerde gözlenen kuşkulu hususların araştırılması gerektiğini söyledi, ama söylediğiyle kaldı.
Gezi eylemlerinde polis şiddetini eleştirip “Mesajı aldık” dediğinde, pek sevdiği “medeniyet” örneği sergiler gibi oldu, orada kaldı. O dönem başbakanı olan Erdoğan’a özgül ağırlığını hatırlattı, sonra kendisi de unuttu. Yolsuzlukla suçlanıp, en büyük delilleri kendilerini savunmak için kendileri ortaya koyan bakanların yargılanmasını arzuladı, arzusunun peşinden gitmedi.
Büyük makas değişikliği
Fakat, başka çıkışları da var. Hani şu Erbakan’a karşı olan. Milli Görüş’te yol ayrımında “yenilikçi”lerin katarına makas değiştiren çıkışı gibi. “Küçük Erbakan” diye anıldığı kapıdan dışarı ilk adım atanlardandı. Ricatla biten çıkışlarına bakıp not vermek acele olur, çünkü bugün karşısına kuvvetli bir övgü peşreviyle çıktığı Erdoğan, biraz da Arınç’ın üçüncü adamlığının eseridir. Arınç’ın şimdi attığı adım ricatla mı bitecek, Milli Görüş’ten büyük kopuşun bir benzerine mi yol açacak? Belki de Arınç ilk iki adamdan emin olursa, sonuncu hiç de zayıf ihtimal olmaz, kim bilir.
Çıkışları daha çok başkası lehine, geri çekilişleri kendi lehine fakat bireysel hırsını gizlemediği yerler de yok değil: İlk Meclis Başkanlığı görevini, en çok sevdiği söylenen bu makamı, söke söke aldı; siyasette üçüncülük, protokolde ikincilik yeğ. Erdoğan’a karşı belki de siyasal ömründeki tek başarısı bu. Tek kalır mı? Siyasetten başka ömrü olmadığına göre, en az bir şansı daha olduğunu düşünebiliriz. Bir de Melih Gökçek’i tarım zararlılarına karşı düşüncelerini ya da bir bataklığın kurutulmasına ilişkin bir projeyi açıklarcasına yeknesak edasıyla, ağır ağır, tane tane yıldırımlar yağdırdığı konuşmasında sık sık vurguladığı haysiyetini, insan içine çıkma gücünü siyasal bir zafer saydığını ekleyebiliriz.
Bir temizleyici olarak dava
“Ben temizim” vurgusunu öyle bir yapıyor ki, başka kimsenin temiz olmadığına emin oluyoruz. Temizliğini harcayabileceği tek yer, elbette davası. Ortak davanın, kolektifliğin, bireysel suç ve bireysel ahlaki sorunları ortadan kaldırdığına emin demek ki.
Yoksa Deniz Feneri’nden Gökçek’e varana kadar hiç saklamadığı itiraf gücündeki ithamlara rağmen niye aynı yerde dursun? “Gökçek hakkındaki gerçekler”in kalanını, yani buzdağının görünmeyen kısmını seçimden sonraya niye bıraksın?
Partinin ruhu mu? Uç adamı mı? Ortalaması mı?
Biraz hepsi: “Kürtçenin medeniyet dili olup olmadığını” sorarken Kuran ayetleri yerine Türkçü ayetlere ağırlık verebiliyor örneğin.
“Çalışan kadının yuvasının yıkılacağını” belirtirken örneğin Hz. Hatice’den çok Vatikan mesellerine bağlı kalabiliyor.
Kadınların cinsel organından söz ederken yüzünün kızardığını yüzü kızarmadan söyleyebiliyor. Utanmayı da biliyor, utandırmaktaki ustalığından çıkarabiliriz bunu.
Eşinin başörtüsü nedeniyle maruz kaldığı bürokratik dışlamalara haklı bir kızgınlık gösterirken, o tane tane, ağır ağır ve vakarla örülen üslubun yerini, bıçkın bir maço ağız alabiliyor: “Şeyini şeyettiğimin şeyi…”
Cengâver değil cefakâr
AK Partililerin çoğunda gözlenen türden mitomanik, anlatıla anlatıla güzelleşip gerçek olmaktan çıkmış öyküler anlatmıyor kendi hakkında. Onun öyküsünde kahramanlıklar değil cefakârlık var; Hz. Hamza ya da Hz. Ali gibi cengaverliklere değil, Hz. Bilal gibi çilelere dayansın istiyor meseli. Son çıkışında tane tane şimşekler yolladığı Melih Gökçek’e karşı en büyük sözü de buydu: Dava için her şeyimi verdim, bir emekli maaşımdan başkası da olmayacak elimde bu işi bıraktığımda.
O hep duruşmada iyi savunma yapan, hâkime yazacağı kararın suflesini veren görmüş geçirmiş avukat edasında. Hep kazanacağından emin olduğu bir duruşmada gibi. Yanlış duruşma salonuna girse bile, izleyeni yanlış geldiğine inandırabilecek bir eminlik.
Zaten dava her neyse, ona bir de kendi davasını eklemeyi biliyor. Kopuş davaları değil yani, fazlasıyla bütünleşme davaları. Tek celsede çok dosya. Gökçek'e çıkışmasındaki itiraflardan beraat için güvendiği şey, kolektif suçların bireysel ceza gerektirmediği inancıydı yine. Davası yani. Davası, kendi adı etrafında en haksız davalar yürütülmesine mani olmadı. Diğerleri koltuk ya da akçe için ve o davasının bekası için sustuğunda tecelli edenin ne türden bir adalet olduğunu sorsak, yine kelimelerin tane tane, tonun ağır ağır gittiği bir nutuktan fazlasını bulacağımız kuşkulu. Sessizlikten daha az şey anlatan bir nutuk.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

12 Eylül bildirisinin tam metni

15 Temmuz darbe girişimi bildirisinin tam metni