İmralı'dan Gever'e sürecin provokasyon kapıları




Yüksekova'daki 'provokasyon',
sadece karanlık güçlerin 
kötü emellerinin tezahürü değil,
süreçteki sorunları da ortaya koyuyor.
Tıpkı İmralı'yla görüşme prosedürü gibi.





Ariflere söylemek abestir ama ‘Barış süreci’nin yürüdüğünden bahsediyorsak, savaş sürecindeyiz demektir. Barış gelecekse savaşın olduğu yerden gelecek. 
Sürecin imtihanı çok. Ağır da. En ağırlarından biri bu hafta Gever’de yaşandı. ‘Provokasyon’ mu? Sürecin tarafları, hükümet ve Kürt siyasal hareketinin üst kademelerinden aynı yönde fikir geliyorsa “Haydi canım sen de” demek abes kaçar. Fakat, susup durmak da imkânsız, çünkü savaşsa onun, barışsa onun içindeyiz hepimiz. Gever, her şeyin ne kadar kırılgan olduğunu gösterdi. Sadece Gever de değil, her olan biten, her kıvılcım bunu gösteriyor. Bu yüzden ‘süreç’ denilince, kılına halel gelmesin diye nefesleri tutmuş aktif aktörlerin neler yapacağını beklerken beklememesi gerekenler var. Bekletilmemesi gerekenler. 
Beklememesi gerekenler, bizzat sürecin sahipleri: Bekletilmemesi gerekenler de sürecin niteliğini verecek olan şeyler, ‘savaş’a değil de ‘barış’a yürüyeceksek, pusulamız ve aracımız olan şeyler: Dil ve hukuk. Çok tekrar olacak, olsun: Savaşın dili ve savaşın hukuku muhafaza edilerek, barışın tesisi nasıl mümkün olur ki? 
Görünen, görünmeyen Yüksekova’da ‘arka plan’daki karanlıkta iş görenler, yani tarafların söylediğine göre ‘provokatörler’ abeslik derecesinde itibar kaybetmiş deyişle bir an önce bulunup çıkarılmalı elbette, fakat orada bir şey daha görünüyordu: Özel timin hastane baskını, 90’lardaki tedhiş ortamının bugünkü bir tekrarı gibi değil miydi? Yaz boyu büyükşehirlerin sokaklarında ara ara rastladığımız birçok benzeri ‘kahramanlık’ta olduğu gibi? 
Çok değişik kıyafetler içinde, kiminin polisliği belli, kiminin belli değil, ürkütücü bir uzun namlulu silahlı adamlar ordusu, sıktıkları gazlar eşliğinde ortalığı yıkıyordu. Bu görüntüler, ‘savaş ortamı’nın kendine özgü şiddetli görselliğinin, dilinin, hareket tarzının halen yürürlükte olduğunu hepimize hatırlatmıyor muydu? Olayların oluş anından başlayarak yetkililer, ‘Uzun namlulu silahlı kişiler, provokatörler’ bilgilerini tekrarlayıp dururken 90’ların her durumda kamu görevlilerini koruyan figürlerine ne kadar benziyordu? Hastanedeki şiddetli saldırganlığa hiç ses etmezken? 
Şahit olduğumuz şımartılmış güvenlikçi tarz ve buna dair örtüleyici kamusal ‘bilgilendirme’ usulleri ‘barış’ yollarına asfalt mı döşüyor, mayın mı? 
Toprak da temizlenmeli Ondan uzun olmayan bir süre önce, 29 Ekim’de Şemdinli’de Behzat Özer adlı sekiz yaşındaki bir çocuk, bulduğu bir el bombasıyla oynarken can verdi. Gökçer Tahincioğlu’nun Milliyet’te 3 Kasım’da çıkan inceliklerle dolu yazısında belirttiği gibi ‘çatışmaların içinde büyümüş’ ve çatışma yokken ölüvermişti. 
“Çözüm süreciyle, dille hukukla ne ilgisi var şimdi bunun” denilebilir belki; galiba fazlasıyla var: Behzat Özer’in ölümü öncelikle temizlenecek çok şey olduğunu bir daha göstermişti bize: Kirlenen, zehirlenen sadece dil, sadece akıllar, sadece kalpler değil, bizzat toprağın, sokağın kendisi. Ceylan Önkol’u kaybederken olduğu gibi. Her şeyi olduğu gibi bırakıp beklemek demek, ne ‘barış’ demek ne de ‘kimsenin ölmeyeceği ortam’, Behzat Özer’in aziz canı hiç değilse bu dersin çıkarılmış olmasını hak ediyordu. Fakat, yine Gökçer Tahincioğlu’nun o yazıda belirttiği gibi: “Kimseler başka bomba var mı diye aramaya gerek görmeden ayrıldı mayın ve bombaların, doğal bitki örtüsü sayıldığı mezradan.” 
Biraz daha önce, 29 Haziran 2013’te kalekol inşaatı protestosu sırasında öldürülen Medeni Yıldırım dosyası da hâlâ ‘aydınlatılmayı’ beklemiyor mu? “Gerçek barış, karakol gerektirmeyen barış değil mi” diye sorsak, “Devletin güvenlik tedbiri alma hakkı da mı olmasın” pişkinliğiyle azarlanırız. 
Örnekleri “Bu aslında barış süreci filan değil” türünden kararlı ve peşin inançsızlığa hizmet maksadıyla sıralamıyorum; bu can yakıcı vakalar hem barışın ne kadar acil olduğunu hatırlatıyor hem sürecin kudretli yöneticilerinin ne kadar hızlı ve ciddi hareket etmekle yükümlü olduklarını ortaya koyuyor. Can ve kan kaybedenlerin sürece inancı ayakta tutulacaksa, hiçbir şeyin geçmişteki gibi olmayacağını güvenli biçimde ortaya koymak gerekmez mi? Onların inancı önemli değilse, kim kiminle barışıyor sorusu karşılıksız kalmaz mı? 
O halde Gever’de ‘barış istemeyen görünmeyen güçler’ söylemiyle işin içinden çıkmak yerine, barış istiyormuş gibi durmayan üniformalı-üniformasız görünen güçlerin ne yaptığına dair açıklamalar ve işlemler de duymak gerekir. 
Behzat Özer gibi savaş çocuklarının çatışma da yokken ölmemelerine yönelik işler gerekir. Medeni Yıldırım dosyasında olduğu gibi eski zaman diliyle, yeni zaman olaylarının yükünden kurtulmaya yönelmemek gerekir. 
Bütün bu cinayetler, ‘savaş’ın aklından, dilinden, hukukundan dökülen son cümlelerdi, bütün savaş cümleleri gibi kanlı, yakıcı. 
Yol kapatan açılımlar Aklı, ruhu kuşatan kanlı grameri değiştirmek demek, dilin ve hukukun değişmesi demek: 2013’ün o umut dolu Newroz’undan beri dokuz ay geçti. Çıkan ‘açılım’ paketleri mevcut sorunları çözmek bir yana, bazılarını ağırlaştırdı bile: 
Cezaevlerindeki hasta tutuklu ve mahkûmlar, çıkmaları için hiçbir pakete filan ihtiyaç yokken, olağan prosedür hukuk üretmeye niyeti olana yeterliyken, adli tıp gibi hangi prensibi gözettiğini kendisinin de bilmediği bir kurumun yanına, güvenlik güçleri gibi nasıl işlediği herkesin bildiği bir kurum daha eklendi, sonuç: İdamı kaldırdığını öne süren bir ülkenin cezaevleri infaz koğuşlarına dönüştü. 
İmralı prosedürü Görüşme sürecinin kendisine, sürecin kilit noktasına, İmralı’ya yönelik uygulamalara hiçbir şekil verilmedi. Daha dün bir gazeteci, Abdullah Öcalan’ın (Gezi Parkı olaylarıyla ilgili) bir mesajının ‘ada’ya giden ‘heyetlerden biri’ tarafından çarpıtıldığını öne sürdü. Bu kadar hassas bir süreç için sadece bu iddia bile çok cesaret kırmaya yeter. 
Sürecin aktif aktörlerinin birbirine güveni kadar, bütün toplumun onlara güvenini sarsacak bu iddia, bizzat görüşmenin bir usule bağlanmamasından kaynaklanıyor. Mesele, iddianın doğru olup olmaması değil, mesele görüşme düzeneğinin bu iddialara son derece açık bir formda oluşu. Hedef Öcalan’ı ve Öcalan’dan gelecek mesajları ve o mesajları getirip götürenleri değersizleştirmekse çok başarılı bir düzenek bu, fakat o zaman barıştan söz etmek zor olmaz mı? Çünkü kendisi, mesajları ve aracıları kuşkulu hale getirilmiş bir liderle yaptığı anlaşmaya yapan bile inanmaz. Böyle değilse, hedef barışsa, görüşmelerin de görüşülen kişinin mesajlarının da kimsenin kuşkuya düşmeyeceği biçimde yapılması uygun form değil mi? 
Toplum, kamuoyu, 90 yıllık ‘yok edici’ savaşçı bir rejimin bilgisi ve duygularıyla donanmış durumda. O dönüşümü açmanın yolu, toplumu kandırıcı sahneler kurmaktan geçmiyor. Kardeşlik kafiyeli güzel sözler de o kadar derine kâr etmiyor. Zaten, Habil Kabil meselini çok iyi bilmese Kürtler, ‘brakûjî’ diye bir kelimeleri olmazdı. O yüzden ‘kardeşlik’ ile hukuku ayırıp, eşitlik ile hukuku yan yana getirmek gerek. Bir çözüm aranıyorsa. 
**** Arif Dirlik, “Gözyaşları kuruduğunda, kendi mamulümüz olan trajedilerden çıkış yolumuzu daha açık biçimde görebileceğimizi umalım” diyordu. (Kriz, Kimlik ve Siyaset, Küreselleşme Yazıları, İletişim Yayınları.) Yol görünüyor, hukuk yolu bu. Gözyaşlarını kurutacak mendil de tek aslında: Adalet ve hakikat dili, güvenlik ve propaganda değil.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

12 Eylül bildirisinin tam metni

15 Temmuz darbe girişimi bildirisinin tam metni