Tarihin ağır kapağı: Ecdadın ezdiği yurttaşlık
“Tarih aşırı bir güç kazanırsa
yaşam parçalanır ve
soysuzlaşır,
bu soysuzlaşma sonunda ise tarihin
kendisi de yeniden soysuzlaşır.”
Friedrich Nietzsche
İşçilerin suyla, elektrikle, taşla, ateşle ölümlerden ölüm
beğendiği bir yıl geçirdik. Dizginsiz kalkınmacılığın (Deyim Arif Dirlik’ten) böyle
şeyleri normalleştirdiği yerde lafı mı olur insanın? Nihayet geçen hafta
Samsun’da beş işçi, 300 tonluk kapağın altında ezildi. Biraz üzüntü, biraz
kınama, biraz kızgınlık, sonra unut gitsin.
Böyle şeylerin yerine her 15 günde bir yükselen bir büyük
“mevzu”yu konuşuyoruz. Bu haftaki payımız tarihten.
AT SIRTINDAKİ ECDAD
Başbakan tarihi pek seviyor. “Muhteşem Yüzyıl” dizisini yerden yere vurdu, yönetmenini ve
yayınlayan televizyonun sahibini kınadı. İş bununla da kalmayacak, yargı kararı
beklediğini söyledi.
Erdoğan’ın 46
yıllık iktidarının “30 yılını at
sırtında geçirmiş” yani öyle haremdi, eğlenceydi, aşktı, meşkti filan, bu
işlere pek zaman ayırmamış olduğunu iddia ettiği 2. Süleyman’ı şedit bir dille
ve yargı tehdidi eşliğinde sahiplenmesinin olası anlamlarını aramaya çalışalım.
“Ecdadımız” lafının
getirdiği soru: Demokratik olduğu öne sürülen bir cumhuriyette 500 yıl önceki
bir imparatorluğun başındaki kişinin, bütün yurttaşların ecdadı ilan edilmesi
ne tür bir demokrasinin gereğidir? Bugün (acı çektiren bütün sorunlarına rağmen)
kanun önünde eşitliğe dayalı “anayasal
yurttaşlık” prensibini benimsediği söylenen cumhuriyetin yurttaşlarının,
kendine has hiyerarşik milletler sistemine dayalı bir yapının “milleti hakime”sinin sultanına, yani
bir paternalist ve dinsel ayrımcı toplumun monarkına, akrabalık terimleriyle
bezenmiş bir dil eşliğinde saygı duruşunda bulunulmasının talep edilmesi, hemen
iki soruna yol açar.
Birincisi:
Süleyman, biyolojik olarak zaten bütün yurttaşların ecdadı olamaz; dizideki
performansı bile buna yetmez. Metaforik olarak da “bütün yurttaşların ecdadı” olamaz, “din, dil, ırk ayrımı gözetmeksizin kanun önünde eşit yurttaş”
isek, evvelki toplumun “milleti hakime”sinin
ecdadının, o toplumun “milleti
mahkumeleri”nin bugünkü torunlarının da “ecdadı” sayılması abes kaçar. Olursa, ataları başka başka
olanların bir millet olamayacakları ilan edilmiş demektir. Ya da cumhuriyetin “millet”i en az iki parçadır: Milletten
olanlar ve olmayanlar. Muhtemelen Zerdüştlü Yezidili nutukların oturduğu yer de
burasıdır.
YARGININ YENİ GÖREVLERİ
Akrabalık
terimleriyle, dinsel ve etnik dışlayıcı göndermelerle anayasal yurttaşlık
kavramının içeriğini bulandıran bu söylemin davet ettiği ikinci sorun, konuşan kişinin kimliği ve konuşma içindeki yargı
tehdidi düşünüldüğünde, birinciyi katmerler. Şudur:
Bu sözleri bir tarihçi, bir edebiyatçı, bir meraklı yurttaş,
hatta bir muhalefet partisi lideri söylemiş olsaydı, “Merakını gideriyor, milliyetçi
popülizmden güç bulmaya çalışıyor” filan deyip geçebilirdik. Fakat, yüzde 50’ye
dayanmış oyla iktidarda duran, yeni anayasa yazma arzusunda, başkanlık ya da
icracı cumhurbaşkanlığı hedefini gizlemeyen bir hükümet başkanının sözlerinin
her zaman “edimsel” karakteri vardır. Erdoğan’ın kürtaj ve idama ilişkin
otoriter sağcılara has beyanları ve
“nefret söylemi”ni kendine has yorumuyla birlikte düşünürsek bu sözlerin,
taşıdıkları ayrımcı karakteri topluma derinlemesine kazıma işini görmenin yanı
sıra, bir siyasal programın ipuçlarını verdiğinden kuşkulanmaktan kurtulamayız.
Programın, anayasa yazımını beklemeden uygulamaya geçtiğini öne sürmek de
abartılı olmaz, çünkü mesele söylemsel kınamada da kalmamış, yargı devreye
sokulmuş.
Anlaşılan, yargı artık olağan görevi haline gelmiş görünen
siyasal sorunlarda rol almanın yanı sıra sanatsal, (popüler) kültürel, estetik
meselelerde de uzmanlık kazanacak. Hayırlı olsun. Kurumların çok işlevli hale
gelmesi belki ilerde bilinmeyen bir yönetim biçimini kazandırır gelecekte
yazılacak “tarihimiz”e, kim bilir, fazla kuşkucu olmak iyi değildir deyip
kararı bekleyelim.
KOÇİ BEY İÇİN DE DAVA GEREKİR Mİ?
“Tarihimizi”, “ecdadı” bugünü böyle belirleyecek şekilde
konuşmanın getirdiği sorunlara geçmeden, ecdada ecdadın söylediği sözleri bir
hatırlatalım.
Koçi bey, ki ecdadımız Süleyman’ın iki kuşak sonraki
ecdadımız olur, Süleyman Han’ı daha 1630’larda yazdığı risalesinde yermişti.
İki ecdadımızdan hangisine daha çok itibar edeceğimiz henüz resmen ya da yargı
kararıyla belirlenmediğine göre, Koçi
Bey’e baş vurabiliriz. Ünlü risalesindeki yerginin özeti: Devleti çekip
çevirme, atama vesair kaideleri uymamanın tasviri ve sonuçlarının teşhirinin
yanı sıra, Süleyman Han’ı ve devrin ricalini “şöhrete, süse ve masrafa
düşkünlük”le suçlar. İmparatorluğun
kendi yaşadığı günlerde çektiği sıkıntıların önemli bir kısmını, enflasyon da
dahil olmak üzere, Kanuni dönemindeki usul ve kanun bozulmalarına bağlar.
Şimdi, yargı bu konuya da el atar mı, yani Koçi Bey hakkında
bir içtihat ihtiyacı duyar mı kestirmek zor. Fakat eklemek lazım: Koçi Bey,
dönemin debdebesi ve güçlü devlet yapısı içinde, zayıflığa yol açacak
sorunların iyi algılanmadığını da vurgular.
TARİH, TOPLUM VE HAYAT
Söz uzadı. Tarihle bugün ilişkisi hakkında, ömrü sırtında
geçmese de bir atın boynuna sarılıp katıla katıla ağladıktan sonra tımarhanede
hayata veda eden bir başka ecdada söz verelim:
“… yaşamın ne dereceye kadar tarihin hizmetine gereksemesi
olduğu sorusu, bir insanın, bir ulusun, bir kültürün sağlığı bakımından en
önemli sorulardan ve yaşamın en önemli kaygılarından biridir. Çünkü tarih aşırı
bir güç kazanırsa yaşam parçalanır ve soysuzlaşır, bu soysuzlaşma sonunda ise
tarihin kendisi de yeniden soysuzlaşır.” (Friedrich
Nietzsche, Tarih Üzerine, Say Yayınları, Türkçesi Nejat Bozkurt)
Toplayalım: Erdoğan’ın AK Partisi, şanlı geçmişle gürbüz
gelecek hakkında coşkulu, romantik söylemlerle örüyor bütün gündemi. Söylemdeki
dizginsizlik, ülke içindeki ekonomik faaliyetlerde sermayenin dizginsizliğiyle
paralel. Söylemdeki dizginsizliğin kapağı haklar ve özgürlükler alanını ezip
geçiyor, ticari faaliyetteki dizginsizlik işçinin üstüne ölümün, işsizin üstüne
açlığın kapağını kapatıyor.
(Radikal, 27 Kasım 2012)
Yorumlar
Yorum Gönder