Erdoğan anayasasını ilan etmeye başladı


İdam, sadece 63’üncü güne giren 
açlık grevlerini etkisizleştirecek 
bir nutuk değil, 
bir siyasal kararın sözüdür. 
Başbakan, öldürme dahil devletin 
yetkilerine hiçbir hukuki sınırlama 
istemeyen bir devlet tasavvuruna yönelmiş durumda.






12 Eylül bir itirafçı üretim fabrikası kurmuştu. Atası, 12 Mart ve sonrasının muhbir-ajan-provokatörüydü. İki olağanüstü hal yönetimi de bu figürler aracılığıyla toplumdaki tüm politik hareketleri, hatta kıpırdanış potansiyellerini maniple ederek hem varlıklarını ve siyasetlerini meşrulaştırdı, hem örgütlü devlet şiddetinin hiçbir hukukla sınırlı olmaması gerektiği fikrini normalleştirdi.
Muhbir ve ajan-provokatörlerin döşediği yollardan seke seke gelen 12 Eylül cuntasının generalleri, “devletin devamlılığı”na inanç  ve saygılarını itirafçı-tetikçi seri üretimiyle ödedi.

Sağ politikanın seçimi
İki dönemin öncesi ve sonrasının sağ siyasetçileri, bu enstrümanları aynı devlet mantığıyla sahiplendiler. Örneğin, Çiller (ve döneminin kabus karanlığı) demokrasinin sağ şampiyonları Demirel ve Özal’ın mirasyedisiydi:
Bütün mirasyediler gibi her şeyi çok kötü kullanmış, israf etmişti. Bir beceriksiz ya da hain filan değildi, mirası en etkili biçimde kullanarak bulduğu ikbal zamanını azamiye çıkarma derdindeydi. Yoldan çıkmamış, arabayı çok hızlı sürünce yolun kusurlarını ortaya çıkarmıştı. Arabası devrilmişti zaten (hayır, 28 Şubat’ta değil, 1993’teki kan deryasında devrilmişti araba, o da Erbakan’ın güvenle ilerleyen Milli Görüş trenine atlayıvermişti.)

‘Gizli tanık’ keşfedilirken
Muhbir ve itirafçıların devri bitti derken, ikisinin kırpılıp kırpılıp “gizli tanık” yapıldığına şahit olduk bir zaman önce, hâlâ da oluyoruz. Gizli tanıkların hukuki statülerini ve değerlerini, ilişkili oldukları davalara katkı ve zararlarını tartışmayacağım hayır, kullanıldıkları davaları gören mahkemelerin sıfatları yeterli: Özel yetkili. İhtisas mahkemesi kılığında olağanüstü hal ya da sıkıyönetim mahkemeleri. Tek önemleri, Türkiye’deki olağanüstü hal hukukunun İstiklal Mahkemeleri’ne kadar geri giden sürekliliklerinin abideleri olmalarıdır.
Bu tür mahkemelerin hepsinde var olan bir özellik: Suçlunun, olağan kriminal yargının olağan işleyişine göre suçlunun kim olduğu değildir onlara bakınca görebileceğimiz, onlara bakınca egemenliğin kimde olduğunu görürüz sadece. Carl Schmitt’in diyeceği gibi, bu yargı unsurlarına bakınca göreceğimiz, kuralı değil, istisnayı kimin belirlediğidir. Çünkü, “Egemen olağanüstü hale karar verendir.” (Carl Schmitt, Siyasal İlahiyat, Dost Yayınları)
Schmitt’in vurgusu “karar”dadır. Kendisini de “kararcı” olarak tanımlar zaten. Agamben gibi Batılı düşünürlere göre “olağanüstü hal” mantığı, modern neo-liberal politik akımların “olağan”ına dönüşmektedir; Guantanamo filan ancak böyle mümkün olmuştur, örneğin. Onlar için, 2. Dünya Savaşı döneminin ve öncesinin (savaşa da yol açan) yönetsel biçimlerinin bu güncellenmesi bir felakettir, Batı demokrasilerinin kabusu. Bizim için kabus, zaten normal günlük uykularımızın değişmeziydi. Batı demokrasilerine geçme çabası, onların gördüğü tatlı rüyaları görme arzusundandı. Siyasetçilerimiz hep böyle söylediler. Şimdiki hükümetimiz de bu tatlı rüyayı pazarlayarak hayli engeller aştı, hayli yoldaşlar buldu, hayli yollar aldı.

İdam çağırma seansları
Gele gele gelinen yer, idamı geri çağırma seansları ve (63’üncü günündeki) açlık grevlerine karşı yüksek politik duyarsızlık oldu. İkisinin de geri çağrılmasındaki referansın Kürt meselesi olması herhalde önemli. Yüksek politik duyarsızlık, yüksek güvenlik siyasetinin bir devamı, kabul edilebilir değil elbette ama anlaşılmaz da değil.
Peki idam? Sadece açlık grevlerinin üretme ihtimali bulunan etkiyi bertaraf etmeye yönelik bir söylemsel hamle diyerek geçiştirilebilir mi? Ya da, başkanlık sistemi, olmazsa partili-icracı cumhurbaşkanlığı kampanyası kapsamında popülist bir çıkış diyerek? Bunlarda açıklayıcı yanlar var ama eksik. Çünkü, politik sorumluluk sahibi, etkili ve yetkili devlet adamlarının sözleri, hele Erdoğan gibi güçlü, sürükleyici bir politik liderin sözleri, uçucu, etkisiz sözler olarak değerlendirilemezler; hiçbir belgeye ya da düzenlemeye dönüşmeseler bile, içeriklerini aşan anlamları, toplumsal , siyasal sonuçları vardır. Hem içerde, hem dışarıda.

Egemenin öldürme yetkisi
İçerdeki etki, dışardaki etkiyle beraber iş görecektir. Öncelikle, bu çıkışlar, Başbakan’ın yönettiği parti ve ülkenin artık Avrupa ile ortak bir gelecek fikrini reddettiğinin ilanıdır. Aslında, “Ortak Avrupa” fikrinin, mevcut AB teşkilat ve mevzuatıyla sadece ekonomik elitizme yaslandığını, bundan öteye gidemeyeceğini söylemek mümkün, hele şimdiki krize bakınca artık kolay da. Fakat eleştirinin idamdan açılmış olması, Erdoğan’ın ne ekonomik, ne siyasal ne de kültürel sorunlara yöneldiğini gösterir: İdam gerçekten de ABD ve Japonya gibi “Batı”lı yapılarda da var, yani idam yokluğu bir Avro-Amerikan ya da “ileri kapitalist” gösterge değil, münhasıran Avrupa’ya ait bir tartışma ve tasavvurlar tarihinin ürünü.
Başbakan’ın idama ilişkin çıkışı, açlık grevlerindeki tutumunu da açıklayan, bir egemenlik kararıdır: Başbakan, Türkiye’nin geleceğini artık yurttaşlarını öldürme yetkisi dahil, birçok yetkisini özel bir uygarlık tasavvuru gereğince hukukla sınırlandıran bir yapıda görmüyor.

Ölüm kalım yetkileri
Kürtajla başlamıştı bu tartışma. O zaman da yoğunlaşan Uludere baskısını, gündemini savuşturmak için yapıldığı söylenmişti. Fakat şimdi çıkan şema şöyle: Hem öldürme yetkisini geri istiyor Erdoğan hayal ettiği devlet için, hem de doğumlar üstünde söz sahibi olma yetkisini.
Hasılı, kafasındaki yeni anayasayı ilan ediyor Erdoğan:
Doğumdan ölüme, yaşayacakların ve öleceklerin kararını verecek olan, kayıtsız şartsız devlettir. Müzakere, uzlaşma, baskı grubu sözleri, sivil toplum talepleri, grup hakları, hukuksuz uygulamaların düzeltilmesi arzuları devletin verip vereceğinden fazlasına göz koyamaz. 


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

12 Eylül bildirisinin tam metni

15 Temmuz darbe girişimi bildirisinin tam metni