Babil'i yıkan inşaat arzusu
Bir ülkenin gündemine
“kutup ayısı” nasıl
damga vurur?
Yüzlerce
insanın 59 gündür
ölüme yürüdüğü bir ülkenin?
Son Erdoğan-Kılıçdaroğlu atışması, iki liderin birbirilerini çok
iyi anladığı bir diyalog gibiydi. Anlaşılan Türkiye’de sadece hakaretin,
şiddettin, kabalığın, ayıbın dili karşılıklı manidar cümleler kurdurabiliyor. Ayrımın
ve şiddetin dili dışında diyalog yasak sanki.
12 EYLÜL’ÜN MİRASI: ÖLÜM ORUCU
Örneğin, ölüm yürürlükte. En ağır, en vahim haliyle. Açlıkla.
Açlık grevleri, darbecilerin 12 Eylül günlerindeki işleri güçleriyle
Türkiye’nin yakından tanımaya başladığı eylemlerden. Bir ölüm yolu evet, ama
izin verilen hayatın ölümden beter olabileceğini gösteren bir hayat arzusunun
eylemi. 12 Eylül sonrasında da neredeyse üç beş yılda bir yeniden yüz yüze
geldik.
Her felakette iki tutum oldu, sonuç hep aynı olsa da (yani devlet
ve hükümetleri, insanları ölümü yeğleyecek hayatlara razı etmeye çalışmaktan
hiç vazgeçmese de) farkları önemli olan iki tutum:
Biri eylemcilerin haksızlığını, teröristliğini, şantajcılığını
zevkle tekrar edip devletin boyun eğmezliğini, uzlaşmazlığını,
pazarlıksızlığını vurgulayan devletlu aklın tutumu. “Talepler haklı olsa tamam
da...” Hak terazisini doğarken getirmiş sanırsınız az kulak verirseniz. Canı tek
kendine tatlı onların çünkü. Çünkü onlara göre “devlet en gerçek hayattır”,
gerisi teferruattır.
Diğeri, eylemcilerle aynı fikirde olsa da olmasa da, candan
vazgeçecek kadar kuşatılmış yurttaşını anlamayı, devletin işlem ve eylemlerini
yurttaşın hak ve taleplerinin önünde tutmayı hedefleyen tutum.
HAK TERAZİSİYLE Mİ DOĞDUNUZ?
İkinci az, biliyoruz.
İlki çok, “tevhidi tedrisat”ın insanlara ilk bellettiği derstir,
dersi veren devletin kutsallığı. Memleketin yangın yeri olması onları lafta
üzer sadece. Çünkü bu kutsal dersin zaferi tam da budur:
Devletten zorla bir şey alınamaz. İşe yarar temel hakların tarihi
“verilmiş haklar”la doluymuş sanırsınız, az kulak verirseniz.
BABİL NİYE YIKILDI
Malum meseldir: Babilliler göğe yükselecek bir kule yapmaya karar
verir. Göğe, tanrılar katına. Kule yükselirken tanrılar katı öfkelenir.
Tanrılara yaraşır acımasızlıkta bir ceza biçerler: O zamana kadar aynı dili
konuşan insanlar, farklı diller konuşmaya başlar. Kimse birbirini anlamaz olur,
haliyle kule bitmez.
Babil bir şirk öyküsüdür. Tanrı katına yükselme arzusundaki insana
yollanan lanet. İnşaat arzusuna. Başı göğe eren binalar peşindeki insana, başı
göğe eren binalar yapmışların hiç unutulmayacak eleştirisi. “Ceza” işin suçunu
tanrı katına yıkar ya, daha muhtemel olanı, inşaat hırsından birbirilerini
göremez, hissedemez hale gelip dillerin değişmesidir.
İKİ DUYARLIK
Binalar, malikaneler, kaşaneler, daima harabelerin, viranelerin,
evsizlerin aleyhine büyür. Dahası, bina-harabe denklemi peşindekiler, insanı,
yaşayan, canlı, gününde var olan insanı görmezden gelen aklın, kibrin
insanıdır. Osmanlı devlet aklının 1800’lerdeki temsilcilerinden merhum Ziya
Paşa,
Diyar-ı
küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm
Dolaştım mülk-i İslam’ı bütün viraneler gördüm
Dolaştım mülk-i İslam’ı bütün viraneler gördüm
derken, gözleri daima önce binaya bakan aklın sözünü
kamilen terennüm ediyordu. Devletlu ulemanın.
Çağdaşı
Bayburtlu Zihni, memleketteki dertleri “bina”dan görmez, başka yerdedir gözü,
çünkü aklı devlet bekasında, insansız bayındırlıkta değil, mekândaki insanda,
candadır:
Vardım ki
yurdundan ayağ göçürmüş
Yavru
göçmüş ıssız kalmış otağı
Yurt ayağ
göçürüyor, yavru toprağın altına, cezaevine göçmüş ya da göçüyor, otağ ıssız...
kime ne?
İnşaat
sürüyor. Dönemin göğe yükselme arzusu sınır tanımıyor. Babil laneti, birbirini
anlama yollarını şiddetle keserek bir daha etkisini gösteriyor. Sadece,
şiddetin, günahın, ayıbın, dili konuşulabiliyor. Kutup ayıları başka nasıl bir
duyarlıkla siyasal edebiyatına girer bir ülkenin? Açlık grevleri 60 güne
dayanmış bir ülkenin?
Korkarım bir
cevabı daha var bunun: Bir ülke olmadığı için. Ülkeyse bile artık öyle olmak
istemediği için.
Yorumlar
Yorum Gönder