Urfa'ya paşa geldi, tezkereye temaşa geldi

Genelkurmay Başkanı yumruk kaldırıyor. Yumruk. Sıkılmış el. Yoğunlaşmış şiddet. Gösterge ama onu aşıyor, daha çok gösteri. Güç gösterisi.
Yumruk olan elle el sıkışamazsınız, malûm. Ya yumruk yaparsınız siz de elinizi ya da akıbet malûm, sopayı yersiniz.
Genelkurmay Başkanı, Şanlıurfa’da, Suriye tarafından gelen sahibi meçhul bir top mermisiyle beş yurttaşın öldüğü Akçakale’yi ziyaret etti. Beş yurttaş ölmüşse, yetkililerin, yetkisizlerin, hâsılı, herkesin gitmesi, yasa katılması doğal.



Yas ve neşe

Doğal olmayan bir şeyler var ama, büyük neşe var Genelkurmay Başkanı’nın basına yansıyan görüntülerinde. Herkes neşeli. Güçlü. Yumruk havada. Yüzler gülüyor. Az önce çok neşelenecek bir iş olmuş gibi.
Az önce, birkaç gün önce bir şey oldu, herkesin oraya gitmesini gerektiren bir şey, beş yurttaş öldü. Bundan mı neşe?
Sonra konuşmalar var. Konuşuyor yurttaşla. Konuşur elbet, o da yurttaş, devletin bir görevlisi, ülkenin bir evladı. Silahlı kuvvetlerin başındaki isim. “Bir daha ölmeyeceksiniz” mesajı filan verebilir, elindeki silahlı güç, böyle bir güven verme pozuna girmesine yol açabilir. Ama mezarı kurumamış ölülerin çıktığı yerde böyle güler yüzle, neşe içinde dolaşmak ne anlama gelir? Güven verme mi? Yasıma katılmayan birinin neşesinden güven alabilir miyim?
Genelkurmay Başkanı’nın ilk fotoğraf macerası değil bu. Afyonkarahisar’da cephanelik patladıktan sonra valinin hediyelerini kabul ederken çıkan fotoğraflar, hükümet tarafından da hoş karşılanmamıştı. Sonradan, vali suçlanarak iş bağlandı: İşte, vali, tanıtım gayreti içinde hata yapmış, o görüntüler Genelkurmay Başkanımızı da üzmüştü filan filan. Kabul ettik. Olur böyle şeyler, ölülerin sayıdan fazla anlama gelmediği ülkelerde, olur böyle şeyler. Üzülmüştü madem, unutalım gitsin. Unuttuk gitti.

Sıkılı yumrukla barışa?

Akçakale gezisinde bir de diyalog var. Genelkurmay Başkanı, “Bir daha böyle bir şey olursa bu sefer daha büyük bir karşılık verecek değil mi paşam” diyor, mealen. Kara Kuvvetleri Komutanı’na hitaben. Güven vermekse güven vermek, “Bir vururlarsa iki vururuz” demekle nasıl bir güven veriliyorsa öyle bir güven. Urfa’ya paşa gelmiş, vurmasa bile vurma sözü vermeden gitmek olur mu hiç?
Ne oluyor? Hükümet, “Tezkere almak demek, savaşa gireceğiz demek değil” dediydi, doğru kabul edelim, “Barışa mı gireceğiz” diye sormayalım. Fakat, o zaman, bu sıkılı yumruklarla, el öptürmelerle, misliyle cevap söylemleriyle, komutanlar resmi geçidiyle, ne oluyor, ne oluyoruz? Halkı militer süreçlere hazırlama amaçlı görüntüler değilse bunlar, ne? Yetki tezkeresiyle, güç yığınağıyla, militarist dille ve militer gösterilerle, barışa gider miyiz dersiniz? Sıkılı yumruklarla barışa giden olmuş mu, gideni gören olmuş mu, göstersin bize de…

Gönüllüler ordusu, ordu gönüllüleri

İki yıl kadar önce politik otoritenin dilinde başlayan şiddet ve güç eksenli, kısaca militarist dönüşüm, en sonunda kamuflajlı, bol yıldızlı asker kişilerin meydanlarda, sokaklarda neşe içinde arzı endam etmelerine vardı. Şiddetin dilde gözlenen yükselişi, elbette fiziğe dönüşmeden duramaz.
“Askeri vesayet”in kırıldığı iddialarıyla başlayan dönem, askeri akılla terminolojinin giderek yayılması ve askeri varlığın giderek görünür hale gelmesiyle sonuçlanıyor. En son Genelkurmay, “askerliğini yapmış olmalarına rağmen yeniden askeri görev yapmak isteyen gönüllülerin” varlığını ve çokluğunu açıkladı. Elbette iftiharla. Bu kadar askerleşme, kendine cenk edeceği birilerini bulur elbet.
Askeri vesayet kırıldı mı gerçekten? Ya kırılmadı (ki bu iyi ihtimal), ya da kırıldı ama sivillerin aklındaki, ruhundaki askersel heva ü hevesler üniformalı askerleri aratmayacak kadar güçlü ve derin.



(Radikal İnternet, 12 Ekim 2012)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

12 Eylül bildirisinin tam metni

15 Temmuz darbe girişimi bildirisinin tam metni