Şiddetin manevi şahsiyeti
Şiddet şiddeti doğurur lafı çok sevilir. Siyasal planda da,
ilk bakışta siyasi görünmeyen toplumsal olaylar planında da “açıklayıcı” bir
sihir gibi kullanıverilir. Fakat, şiddet nerede doğar, nerede yaşar, nerede
ölür, bununla ilgilenmeden kullanıldığında, konuları konuşmak yerine
konuşmamak, anlamak yerine anlamamak için kullanıldığını öne sürebiliriz. Vaka malûm: İki komiser, birinin statta karşılaşıp iki satır
tatsız konuşmanın geçtiği bir polis memurunu çağırıp döver. Bunu duyan polisler
toplanır, arkadaşlarına yapılanı protesto eder. Bu şiddet dolu kötülüğün
uzaması böylece engellenir. Sadece polisten oluşan bir toplum içinde
bulunsaydık, haksız şiddete karşı haklı bir itiraz öyküsünden bahsederdik.
Şöyle olurdu öykünün bir başka anlatımı: Toplum, idarecilerin bir ferde
uyguladığı haksız şiddetti protesto etti, devamına engel oldu. Tepkinin
idarecileri şiddetten uzaklaştırmasını umabiliriz.
‘Büyütülmeyecek şiddet’
Yetkililer, basit bir tartışma, iki polisin tartışması,
büyütülmeyecek bir olay makamından sözlerle izah etmeye çalışıyor işi. Devlet
kaynaklı, yani kamu görevlilerinden sadır şiddet içe yansıdığında da dışa
yansıdığında bu retorikle karşılaşıyoruz. Devlet açısından “haklı, haklı
değilse de büyütülmeyecek şiddet” ve haksız, reddedilen, kabul edilmeyen şiddet
arasında açık bir ayrım var, biliyoruz. Ayrıca her kategorinin kendi içindeki
ölçütü de yine devlet tarafından yapılıyor sık sık.
Devlet denilen teşkilat, şiddet kullanma tekeline sahip bir
teşkilat olarak tanımlanabileceğine göre, hangi şiddetin haklı, büyütülmeyecek,
hangisinin haksız, büyütülecek şiddet olduğuna karar vermek de onun yetkisinde
kalıyor. Bu genel, kaba şema. Pratikte, şiddetin tanımlanması ve kullanma
biçimi, devletin niteliğini belirler: Norbert Elias’çı bir bakışla söylersek,
şiddeti “çıplak” halinden çıkarıp kurumlara, prosedürlere yedirerek yumuşatan,
soğuran, sıfırlamasa bile belli bir asgariye çeken devletler daha “uygar” bir
görüntü çizecek, çıplak şiddeti sürekli sergileyen, toplumsal sorunların en
küçük ölçeklisinden en büyüğüne hemen hepsini çözerken çıplak şiddeti hep
muavin koltuğunda tutan devletler daha (haydi barbar demeyelim de) “uygar
olmayan” bir görüntü çizecek.
12 Eylül mirası
Şimdi, polisin içinde tezahür edip, “büyütülmemesi” istenen
şiddetin öyküsündeki bazı ayrıntılara bakalım: İşte, polis memuru amirine selam
vermemiş, kepi yokmuş, düzgün konuşmamış falan filan. Polisin, devlete ait
şiddet tekelinin icrasında birincil önemde olduğunu söylemeye gerek yok. Teorik
olarak da bu icra, hukuksal olarak çerçevelendirilmiştir. Yani polis, şiddeti,
hukuk dışı kullanamaz, kullanırsa ceza alır. Türkiye’nin yakın tarihi, en azından
12 Eylül sonrası tarihi, devlet kaynaklı şiddetin hukuk normlarına tabi olup
olmadığının tarihidir. Bu tarihin en önemli sorunlarından biri olan işkence,
yıllar yılı devlet tarafından “münferit hadise” olarak tanımlanmış, böylece
başta politik alan olmak üzere, süreğen kılınmıştır.
Faili meçhulden basit “bireye kötü davranmaya” varan bir
yelpaze içinde devlet şiddetine itirazlar, kurumları kötülemeye, iş göremez
hale getirmeye, yıpratmaya yönelik kötü niyetli çabalar olarak
değerlendirilmiş, ısrarlı girişimler “devletin manevi şahsiyetine hakaret”
olarak damgalanıp mahkûm edilmiştir. 2000’li yılların başında, 12 Eylül’ün
topluma zehirli hediyelerinden biri olan güvenlik güçlerinin şiddet
kullanmasına yönelik mevzuat yumuşatılmışsa da, sonlarına doğru şimdi içinde
bulunduğumuz konjonktürü de yaratacak biçimde yeniden şiddet lehine
güçlendirilmiştir. Hem siyasal otorite, hem idari yetkililer, devletin elinin
ağır ve etkili kalması için hem kanuni, hem söylemsel planda şiddeti koruyan ve
kollayan bir tarzı esas almıştır. Son beş yıl içinde polis kaynaklı şiddetin
görünür biçimde yükselişi, bu tarzın olağan sonucudur. Bu tarz aynı zamanda,
şiddetin tanımı, kullanımı, kullanım koşulları konusunda devletin hiçbir engel
istememesini açık eder.
Gazetelere yansıyan son vakaysa, şiddet tekelini kullanan
teşkilatın “siyasal ve idari” icra için gördüğü hoşgörü ve teşvikin yarattığı
iklimin olağan bir sonucudur: Şiddet şiddeti doğuracaksa, hukuku en az, şiddeti
en çok uygulamak üzere örgütlenip mevzuat ve söylem olarak teşvik edilmiş
teşkilatın kendi içinde şiddet üretmemesi düşünülemez. Tıpkı şiddetin çıplak
kullanımını “hikmeti hükümet” sayıp yüceltirken, her tür toplumsal
hareketliliği “şiddet”ten sayan
Şiddeti konuşmak zor. Konuşur gibi yapmak kolay. Hükümet yetkililerinden
tutun da kanaat önderlerine, onlardan sanatçılara, sporculara, güzellik
yarışmalarındaki podyumlardan sohbet programlarına, her yerde böyle. Hazır,
güzel sözler var, itiraz etmesi de mantıksız görünüyor bunların, itiraz edene
nazik deyimiyle şiddet yanlısı, az sinirlenince de terörist denilmesi
yadırganacak işlerden değil. Örneğin, siyasette şiddete karşıyızdır, idarede
zaten karşıyızdır.
Konuşmak zor dedik, zorluk kavramsal düzlemde değil, hayati
düzlemde yer alıyor: “Şiddet” lafını duyunca irkilenler, şiddetin mahkûm
edilmesi gerektiğini söyleyenler, hasılı şiddetle işi olmazcılar, şiddetin hem
siyasetin hem de idarenin çekirdeği, olmazsa olmazı olduğunu görmezden gelir;
öyle olmadığının farkında olsa da öyle olmasına inanılmasını ister.
Devletin manevi şahsiyeti lafını ters çevirmek gerekir:
Devlet, şiddetin manevi şahsiyetidir. Çıplak şiddeti azaltmaya, eksiltmeye,
soğurmaya çalışmayan bir devlet, öncelikle bunun icracısı kurumların yapısını
şiddetle şekillendirmiş olur.
Yorumlar
Yorum Gönder