Gelecek Uzun Sürer, film bir dakika
Gelecek Uzun Sürer, ilk bir dakikasından sonra bana çok uzun
geldi. Nedenini düşündüm iki gün boyunca.
**
Sanat bir niyet sorunu değildir. Kötü niyeti kaldırmadığı
söylenebilir kolaylıkla, ama aynı kolaylıkla iyi niyeti hiç mi hiç kaldırmadığı
da söylenebilir.
Gelecek Uzun Sürer bir Özcan Alper filmi. Politik sinemanın
yeni ismi. Sonbahar’la tanıdık. Bu yeni filmi, zor bir konuya giriyor. Bir
soruna. Kürt sorunu denilen soruna. Tek başına bu bile bir politik karar ve
cesaret işi. Özcan Alper’in politik bakışında da, cesaretinde de hiçbir sorun
yok. Ama filmde sorun var. “Sevmedim ben” demiyorum sadece. “Politik politika”
açısından sorun yok belki, ama “poetika” açısından sorun var. Politik sanat
açısından. Sanat yapma açısından, sanat politiği açısından. Film çarpıcı,
dokunaklı, sert yanları çok. Sonbahar da öyleydi.
**
Öyküsünü şöyle bir özetleyip, sorun gördüğüm yerlere
geçeceğim:
Dört nala giden bir atla açılıyor film. At ürkmüş. Çılgınca
koşuyor. Silah sesi duyuyoruz sonra. At yalpalıyor. Yine silah sesi. At
düşüyor. Çırpınışını izliyoruz. Kurşun yaralarını görüyoruz. Ve sessiz
kalışını. Çarpıcı, çok çarpıcı bir sahne. Büyük bir vaatle açılıyor yani film.
“Sarsılacaksınız” diyor. “Sarsıcı bir konuyla, sarsıcı bir öyküyle, sarsıcı bir
coğrafyayla karşı karşıya kalacaksınız.”
Sosyalist bir öğrenci grubu var, Venceremos söyleniyor hep
bir ağızdan. Trendeyiz. Kalabalıkta yürüyen bir genç kız (Sumru), şarkı
söylüyor, gülümsüyor. Güzel alımlı. Anlıyoruz ki bu genç kızı izleyeceğiz öykü
boyunca. Bir gençle baş başalar. Yemek vagonu. Sevgilisi (Harun). Genç bir zarf
veriyor. “Ben gittikten sonra aç oku” diyor. Veda mektubu bu. Sonra okuduğunda
anlıyoruz. Genç Kürt. Hakkarili. Dağa çıkıyor. Bir anımsama karesinde çocuk,
kıza bir yemeni veriyor. Annesi yollamış. Yemeni önemli, sonunda göreceğiz.
Sumru müzikolog. Etno müzikolog. Diyarbakır’a gidiyor, ağıt
derlemeye. Sesler ve ağıtlar peşinde koşarken, korsan film müzik vs. satan bir
gençle karşılaşıyor. Elinde tabancayla kentin değişik yerlerinde dolaşıp
duruyor. Arada aile bireyleri faili meçhul, gözaltında kayıp ve yargısız infaza
maruz kalmış Kürt kadınlar ve adamlarla buluşuyor, kayda alıyor onları. Hem
öykülerini hem ağıtlarını. Sokakta karşılaştığı gencin (Ahmet) vaktiyle benzer
kayıtlar yaptığını öğreniyor. Genç iş yapma konusunda hep ikircikli. Bir tür
rate. Her şeyden kaçmış. Evden okula kaçmış. Okuldan okula geçmiş. Tekrar eve
dönmüş. Oradan da Diyarbakır’a kaçmış. Birlikte bir arşive giriyorlar. Arşivi
düzenlemeye girişiyorlar. Bir kayıtta, Hakkari’de bir köyün acı öyküsünü
dinliyor. Öldürülen gerillalar, köylüler, hayvanlar filan. Kız muhtarın adını,
köyün adını kaydediyor. Sonra çocuktan, kendisiyle hakkariye gelmesini
istiyor. Çocuk ikircikli kalıyor yine.
Kız kararlı. Yola çıkacakken veda telefonu ediyor. Sonra ikisini birlikte yolda
görüyoruz. Kızın cesareti, çocuğun kendisini kapattığı ve ironi yeteneğinin
yardımıyla koruduğu sinik çemberini kırmasına yol açıyor. Hakkari’de köy
bulunuyor. Köylülerle konuşuluyor. Köylülerin anlatımından baştaki atı
anlıyoruz. Bir komutanın bir araya toplayıp kurşun yağmuruna tuttuğu
hayvanlardan biri o. Çiti aşıp kaçmış. Bir köylü, “O özgürlüğe koştu. Onun
koşusuyla biz de kendimizi özgür hissettik” diyor. En sonunda finalde kız, kar
altında bir mezarlığa yürüyor. Bir mezarın başına geliyor. Karı siliyor. Bir
gerilla mezarı bu. Evet, sevgilisi. Boynundaki yemeniyi çıkarıp mezara
bağlıyor.
**
Öykü böyle. Bir tür yol-arayış öyküsü karışımı. Sumru
Diyarbakır’da bir arkadaşını ziyaret edip çay içiyor. Sonra ilk iş bir kültür
merkezine gidip arkadaşının arkadaşı ağıtlarla ilgili çalışmasına başlıyor.
Başlangıç vaatkar. Tipler, karakterler, kahramanlarla karşılaşacağımız vaadi
var gibi. Sonra tuhaf bir şey oluyor: Ahmet ve Ermeni kilisesinin bekçisi
(Antranik) dışında kimseyle bir teması olmuyor. Görüştüğü, öykülerini ve
ağıtlarını derlediği kişiler hariç tabii ama onların hep karşısında, hafif
kaygılı ama çokça durgun, donuk bir yüzle dinliyor ve kaydediyor onları. Temas
yok. Filmin en önemli sorunu bu: Başkahraman, Sumru, kente de, görüştüğü
kişilere de uzak, temassız. Onun kayda geçirdiği kadarını görüyoruz. Kent
görüntüleri, bir belgesel ya da haber programının görüntülerini andırıyor.
(Haksızlık ediyorsun denilebilir, ama hayır! Evet, görüntülerin kalitesi ötesi
berisi iyi, ama o kadar, öyküyle alakaları yok, kahraman geziyor bakıyor, biz
de görüyoruz. O kadar) Sesleri kaydettiği kadar duyuyoruz. Dolayısıyla Sumru
kente hiç girmemiş gibi. Başkahramanın kente girmemiş olmasını nasıl
açıklayabiliriz? Yönetmen, ilişkilerini azaltıp (Ahmet ve yaşlı Ermeni bekçiye
indirgenmiş ilişkiler) öyküyü öne çıkarmak istemiş olabilir mi? Belki. Fakat
böyle bir indirgeme olsa, Ahmet-Sumru ilişkisinin bize bir şey söylemesi
gerekirdi, ne yazık ki bu ikilinin ilişkisinde böyle bir ağırlık yok. Sumru hep
seslerin, görüntülerin peşinde. Ahmet de kendi sinik, melankolik ve ironik
dünyasında. Temasları steril.
**
Sumru’nun kentle mesafesi, yönetmenin kente nüfuz
edemeyişiyle ilgili aslında. Sumru’daki donuk hal, ayrılık acısını örtülemeye
yönelik çabası (ağıt derleme) neyse, film de o! Ne tam anlatabiliyor, ne
unutabiliyor, ne susabiliyor. Finaldeki mezar sahnesi hariç, Sumru ne
değişiyor, ne dönüşüyor, ne açılıyor, ne kapanıyor. Başta neyse sonda da o.
Dolayısıyla aslında bize bir öykü anlatılmıyor, bir öykü çekirdeğinin etrafında
görüntüler ve seslerle bir görsel bir performans sunuyor. Öykü yoksa,
gelişmiyorsa, karakterler işlenmiyor, dönmüyor, dönüşmüyorsa, film film midir?
Sanırım evet demek zor. Gerçi filmde bir dönüşüm var: Ahmet’in Sumru’yu
Hakkari’ye götürme cesaretini göstermesi. Bu durumu kurtarır mı, karıştırır mı,
ayırt etmek zor. Dilim varmıyor ama “Beyaz (gerçi Sumru Türk değil Hemşinli. Kilisenin
bekçisiyle de Ermenice konuşuyor nitekim) kadın” motivasyonu sağlayan unsursa,
o anlatı tehlikelidir! Evet, Ahmet Sumru’nun gerilla sevgilisi için Hakkari’ye
gideceğini biliyor, bir rate ama bir fırsat avcısı değil. Film boyunca öyle bir
eğilimi yok. En iyi ihtimalle Sumru, bir turist değilse, bir yabancı ülkede
çalışan bir antropolog, bir akademisyen, bir turist havasında. Karakterin
tanımı zayıf sayılmaz (sevgilisini bekleyen kadın) , ama öykü yürümediği için
donuk, yabancı, uzak kalıyor.
**
“Ermeni” meselesi de sorunlu. Kürt meselesi, Ermeni
meselesine mi bağlanmak isteniyor? Son 30 yıllık felaketi anlatırken, tarihsel
bir büyük felaketin, soykırımın sembolik, metaforik değerine atıfta mı
bulunuluyor? Tüm kent arka plana itilip, sadece kilisenin bekçisiyle temas
kurulmuş olması, bu soruları yanıtlamak yerine yanıtsız bırakıyor aslında. Bir
öykü yok ki, bu ilişki öyküde kendisine bir yer bulabilsin. Kızın Hemşinli
olması, onu Ermeni kilisesine çeken unsur olabilir, eğitimli kız ne de olsa,
Hemşincenin Ermenice olduğunu biliyor. Yine dilim varmıyor ama, bir tür
sol-duyarlı ezber yüzünden oluyormuş gibi her şey: “Kürt meselesi vahim bir
mesele, ondan önce de vahim bir mesele olarak Ermeni meselesi vardı.” Bu
duyarlı görünüşlü söylem, tekrar edeyim:
filmin bir öyküsü olmadığı için, havada kalıyor, gerçek hayatta da hep olduğu
gibi. Öyküsel katkı sunmayınca da sembolik ya da alegorik okumalara açılıyor bu
buluşma, fakat Ermeni meselesinin ağır çağrışım yükü, sembolik, metaforik
yükleri nedeniyle hangi düşüncenin, duygunun hangi yöne gideceği karışıyor. O
zaman da derinleşeyim derken yüzeysele mahkum kalınıyor: “Aman, kız merak
etmiş, duyarlı da, Ermenice de biliyor. Tatlı, yalnız, yaşlı bir Ermeni kilise
bekçisiyle sohbet ediyor işte!”
**
Final, mezarlık sahnesi. Sumru’nun soğukbir gözlemci,
turist, etnolog ya da antropolog gibi olmaktan çıkıp insana dönüştüğü tek yer
neredeyse. Ağlıyor. Yıkılıyor. Sumru, bir gerillanın mezar taşına, film icabı
da olsa, sarılıp ağlayan, tülbent bağlayan ilk “beyaz” oluyor böylece. Yine dilim varmadı, “Beyaz Türk”
diyebilirdim. Gerçi etnik “Türk” değil. Babasız da. Ama solcu ki bu da çoğunlukla bir
“beyaz”lık hali. Sumru’nun fikirlerini bilmiyoruz, evet, baştan öğrendik,
sosyalist. Fakat Kürt sorunu konusunda sosyalist sayısı kadar farklı görünümlü
fikir var, bu yüzden bilseydik iyiydi. “Kürt bir sevgilisi var. Diyarbakır’a
karşı önyargısı yok. Telefonda annesine merak etme, burası TV’den göründüğü
gibi güvensiz bir yer değil mealinde konuşuyor” türü şeyler söylemek geliyor
akla, ama bunlar tam da meseleye uzak, steril, “beyaz” bir bakışın tarifine
girer.
**
Film, Sonbahar’da da olduğu gibi, bir tür yıkımla ve ağıtla
bitiyor. Ahmet’in varlığı, Sonbahar’ın aksine aşkın var olabileceği bir imkanı
açık tutuyorsa da, neticede savaş aşkı yenmiş oluyor. Çünkü Harun, savaş
bitince dağdan inecek, beraber güzel bir geleceğe yürüyecekti sevgilisyle. Ama
savaş aşkı yendi. Sonbahar’da da devletin yarattığı zulüm, travma aşkı
yenmişti. İki filmde de siyasi kavganın, savaşı insanı aşksız bırakıyor olması,
yönetmenin “aşk”tan yana olduğunu bilsek de, esere gölge düşürüyor. İki filmde
de şunu öğrenemiyoruz çünkü: Savaşın sorumlusu kim? Baştan “Devlet.
Haksızlıklar. Zulüm” filan diyemeyiz, bunu filmde görmek zorundayız. Filmi
örneğin 30 yıl sonra izlediğimizde, Harun’un niye dağa çıktığını anlamakta
güçlük çekebiliriz. Tıpkı Sonbahar’da kahramanın gerçekte neden cezaevine
düştüğünü, neden hastalandığını anlamakta güçlük çekeceğimiz gibi. Ha, eğer 30 yıl sonrası değil de bugün hedefleniyorsa film daha gösteriliyorken, aynı seans içinde "bugün"ün değişebileceği bilinmeli.
**
Filmde öykü yok demiştik, var aslında, atın öyküsü.
(Sonbahar’da da filmin asıl öyküsü aslında annenin değil miydi?)
Filmin finalinde, mezar sahnesinden sonra, bir at özgürlüğe doğru çılgınca koşuyor. Bu başta gördüğümüz at mı? Öyleyse birazdan vurulacak! Özcan Alper sinemasının yıkımla sorununu çözmesi gerek, (Sonbahar'da da çocuk ölüyor, üstelik ölmemek için hiçbir şey yapmyıordu. Aşık olduktan sonra bile!) eğer arzuladığı karamsarlığa, yıkıma sürüklemek değilse sadece. Film kapanırken koşan at eğer başta vurulan at değilse, Özcan Alper sinemasının bize iyi eserler sunma vaadinin bir gün gerçekleşeceğini umabiliriz. Her şeye rağmen. Çünkü, Althusser'in de dediği gibi, film bir dakikaysa da Gelecek Uzun Sürer.
(Sonbahar’da da filmin asıl öyküsü aslında annenin değil miydi?)
Filmin finalinde, mezar sahnesinden sonra, bir at özgürlüğe doğru çılgınca koşuyor. Bu başta gördüğümüz at mı? Öyleyse birazdan vurulacak! Özcan Alper sinemasının yıkımla sorununu çözmesi gerek, (Sonbahar'da da çocuk ölüyor, üstelik ölmemek için hiçbir şey yapmyıordu. Aşık olduktan sonra bile!) eğer arzuladığı karamsarlığa, yıkıma sürüklemek değilse sadece. Film kapanırken koşan at eğer başta vurulan at değilse, Özcan Alper sinemasının bize iyi eserler sunma vaadinin bir gün gerçekleşeceğini umabiliriz. Her şeye rağmen. Çünkü, Althusser'in de dediği gibi, film bir dakikaysa da Gelecek Uzun Sürer.
Yorumlar
Yorum Gönder