Priamos’un gözyaşları

Sınır durumda yaşıyoruz. “Sınır”larda olan bitenler değil sadece mesele, her yerde, “merkez”lerde en sınır durumlar yaşanıyor. Ve bir de sınırdayız yine. 


Tanrılar, acıma bilmezler. Yarı tanrılar da. 
Yaşlı kral Priamos, oğlu Hektor’un, o öleceğini bile bile Akhilleus (Aşil) ile dövüşmeyi göze alan kahramanın cesedini vermeyen (çünkü "düşman"dı) Akhilleus’un çadırında, cesedi alıp gömebilmek için, oğluna son ve tanrıların emri olan görevini yapabilmek için diz çöküp ağlarken, belki de Akhilleus’un diğer yanına, yarı insan yanına seslenmeye çalışıyordu. Başardı da. 
Fakat bir başka yarı tanrı, kendisini tam tanrı olarak kuran tanrı, devlet, böyle yapmaz. Dersim jenositi günlerinde Seyit Rıza, oğlundan, 17 yaşındaki Resik Hüseyin'den önce asılmak ister. Devlet yapmaz. Çünkü yok etmek istediği bir halkın önderleriydi. Sonraya bırakır dağların acılı ve vekur bilgesini. Seyit Rıza, oğlunu idama uğurlar acı içinde, kendisinden önce. Devlet, acı üstüne acı yaşatmayı seçmiştir. Öldürmek yetmemiştir. Öldürmek devlete yetmez çoğu zaman.

Devlet şirktir!

Krallar acıma bilmezler. Hüküm, acıya duyarsızdır. Kral Kreon, hikayeye göre, Polyneikes’in cesedinin gömülmesini yasaklar. Çünkü "hain"dir. Kral yasağı, devlet yasağı, kim girişebilir aksine. Fakat Antigone, kralın yasasına karşı çıkar. Kardeşini gömer. Tanrıların emridir gömmek. Kreon, Antigone’yi hapsettirir. Sonradan, kararını değiştirdiğinde, Antigone artık ölmüştür.  Antigone yasağı çiğnediğinde ölümü göze almıştı, Kreon kararından döndüğünde, artık çok geçtir. Antigone ölmüştür.
Devlet, şirk kabul etmez, diyor şimdiki iktidarın akıldaneleri. Teorisyen diyorlar. Devletin dediği olur, ne tanrının yasaları, ne insanın yasaları onları durdurur. Devlet, şirktir çünkü. İnsanlar, yaşlı Priamos gibi kimi ağlayarak, kimi Antigone gibi ölümü göze alıp direnerek, ölülerine sahip çıkmaya çalışırlar.

Düşman isek de...

5 Eylül 1959 tarihinde Kilisli Hüseyin Erikcan, Başbakan Menderes’e bir telgraf yollar. Buyrun:
 “Kardeşim Mustafa Erikcan 6 gün evvel Kilis’in Leylik karakolu mıntıkasında mayınlı sahada yaralanmış, iki gün müddetle beni kurtarınız diye feryat ettiği halde vazifeliler tarafından kasten çıkarılmayıp ölüme terkedilmiştir. (Çünkü "kaçakçı"dır devlete göre... at) Şimdi de herkesin gözü önünde cesedi köpekler tarafından parçalanmaktadır. Mayınlı sahadaki ikramiye için çıkaran vazifelilerin şu tutumunu harp sahasında dahi görmek mümkün değildir. Memleket milattan evvelki bu mezalimin tekerrürünü dehşet içinde seyrediyor. Hiç olmazsa cesedin bize teslimi yolundaki yalvarmalarımız da semere vermiyor. Adalet bu mudur insanlık bu mudur. Demokrasi ve memleket ile nefsimizi size bu feci muameleler için mi teslim ettik. Müdahalenizi ve eğer düşman isek de ölümüzün bize teslimini intizar ediyoruz.” (Fikret Otyam’ın Mayınlı Topraklar Üzerinde adlı kitabından.)

Amed'den Gazi'ye


Babalar, kız kardeşler, erkek kardeşler sevgili ölülerini gömmek için çok gözyaşı döktü, çok can verdi. Yarı tanrılar, krallar, devletler bu işlerde hep ayak diredi. Onlar iktidarlarının sadece yaşayanlar üstünde olmasına, sadece yaşam üstünde olmasına bile lazım gelmezler, ölüm üstünde, ölenler üstünde, ölüm üstünde de olmasına dikkat buyururlar. Ölüleri vermemek, yakın dönemde de bir yönetim usulüdür. Gözaltında kayıp demek bu demek. Vedat Aydın’ın cenazesine katılanların üstüne ateş açmak bu usulün rutiniydi. 
Şimdi Gazi Mahallesi’nde tutulan, defnine izin verilmeyen, yargısız infazla öldüğüne dair karine bulunan Günay Özarslan'ın cenaze de bu usulün son emri. Yarı tanrıların, kralların, devletluların kaç bin yıldır yaptığı gibi. Mustafa Erikcan’ın dediği gibi “milattan evvelki bu mezalimin tekerrürünü” izliyoruz. Ağlasak kar eder mi, bilmiyoruz.

Gebze çayırında bir imparator cesedi

Kralların bedeni, cesedi de hep tartışılmıştır. Bir ölmediği varsayılan muktedir cesedi, bir de ölümlü yanları. Bu ölümsüzmüş gibi yapan beden, elbet ölür. 
2. Mehmet, Fatih, Gebze çayırındaki çadırında öldüğünde, bir şey olur. Askerleri, maiyeti, hizmetkarları, cesedi bırakırlar. Kavgaya tutuşurlar. İstanbul’a koşarlar. Çatışmalar, yağmalar, katliamlar olur. Kardeş katlini yasa haline getiren bu kudretli imparator, tanrının yeryüzündeki gölgesi, İstanbul’un fatihi, nice gün sonra gömülecektir. 2. Mehmet’in başına gelen, kralların insanların başına getirdiğinin kendi emrindekiler tarafından kendisine uygulandığı nadir örneklerden biridir. Sebebi, “iktidar değişimi”nin savaş dışında bir yolla yapılmasının bilinmediği bir siyasal iklimdir büyük ihtimalle. İktidar değişikliğinin “sandık”la yapıldığı yerlerde, böyle şeyler görülmez. Sandık, iktidara gelmenin yolu olduğunda, iktidardan gitmenin de yolu olmalıdır derler. Öyle olmadığında, ortaya çıkan manzara Gebze çayırında 2. Mehmet’in başına gelenlerin de içinde yer aldığı kaoslardan ötesi değildir. Kaostan iktidar çıkar sananlar yanılmıyor olabilirler, ama kaostan iktidar gider diyenler de yanılıyor değiller. Yarı tanrılar, krallar, mukaddes devletçiler çok kazandılar diye hep kazanacaklarını sanıyorlar.

Geçen iktidar saflarından biri söylüyordu “Rüzgar eken fırtına biçer” diye. Fırtına ekmekte bir sakınca görmeyişleri neyin nesi peki? Devletlerin Aşil topuğu, yaptıkları zulüm değil midir? Bu yüzden “Zulmün artsın” demezler mi Anadolu’da? 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

12 Eylül bildirisinin tam metni

15 Temmuz darbe girişimi bildirisinin tam metni