Cumhurbaşkanının yeni yetkisi


Meclis’in yeni başkanı, seçileceğine kendisi de inanmıyormuş gibi bir heyecan ve sevinçle konuştu. Konuştu ve kendisinin seçilmesinin anlamının ne olduğuna dair, ya da en azından ne olması gerektiğine dair, ya da hiç değilse, kime karşı anlam üretme peşinde olduğuna dair güzel sözler söyledi. Çok güzel. Saray’a selam gibi. Saray'a selam verenlerin yol yürüdüğü kuralı değişmemiş anlaşılan seçime rağmen.
İsmet Yılmaz seçildi. Deniz Baykal seçilemedi. 

Meclis’in yeni başkanı evvela dedi ki:
“Meclis Başkanı olarak görevde kaldığım süre içerisinde, Anayasa, iç tüzük ve hukuk kuralları çerçevesinde yüce Meclis'e hizmet etmeye çalışacağımı ifade etmek isterim.”
E güzel. Başka ne olacaktı? Anayasa, iç tüzük ve hukuk kuralları (ilk ikisi üçüncüden başka bir şeymiş gibi. Neyse) çerçevesinde çalışacağına göre, Anayasa’ya saygı beklenecektir. Bekleyelim mi? Az sonra söyleyecek bize, ama arada şu vurgu da önemli:
“Milletimiz, TBMM’den yeni bir Anayasa beklemektedir. Ekonomik ve demokratik seviye yeni anayasayı zorunlu kılmaktadır. Toplumda esasen çok geniş bir mutabakat mevcuttur.”

Flu görüşler

Yeni Anayasa lazım. Herkes biliyor. Herkes söylüyor. Herkes istiyor. Gibi. Sanki. Gibi diyorum, çünkü hem herkes istiyor hem hiç istemiyor gibi yapıyor, uzlaşamıyor yani. Çok nedeni var ama biri en önemlisi: Yeni Anayasa ihtiyacının temel sebebi, en temel sebebi, Kürt meselesidir. Anlaşmazlıkta anlaşma da bu yüzden. Nasıl bir anayasa yapalım ki, “Kürt” mesele olmaktan çıksın? Soru bu. Cevap da iki türlü: “Kürtlerle birlikte yazalım.” Bu pek içe sinmiyor. Duyan, ufka bakmaya başlıyor, Meclis’e bakacaksa da flu görmeye başlıyor. Neyse.

Bir görev yazıverdi

Asıl geleceğim yer, Meclis Başkanı’nın bir başka sözünde gizli olan bir başka anayasa: Şöyle de dedi yeni meclis başkanı:
“Bu dönemde devlet gücünü kullanan organlar arasındaki işbirliğine her zamankinden daha fazla ihtiyaç olduğunu belirtmek isterim. Kuvvetler ayrılığı hiçbir şekilde güçler kavgası değildir. Kuvvetler ayrılığı Cumhurbaşkanı'nın koordinasyonunda, belli devlet yetkilerinin kullanılmasından ibaret bununla sınırlı medeni bir işbölümü ve işbirliğidir.”
Altı çizili yerlerin üstünü çizmek daha iyi olur ama. Ne yapalım, böyle dedi.

Şimdi, cumhurbaşkanının Anayasa’da yazılı yetkilerine bakınca, “koordinasyon” yetkisi diye bir şey göremiyoruz. Onun yerine şöyle deniliyor, Anayasa madde 104’te:
“Cumhurbaşkanı Devletin başıdır. Bu sıfatla Türkiye Cumhuriyeti'ni ve Türk Milleti'nin birliğini temsil eder; Anayasa'nın uygulanmasını, Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetir.”
Yani, “Anayasa’nın uygulanması” cumhurbaşkanının görevlerinden biri. Bir de “devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetir” var. "Koordinasyon" yok. İsmet Yılmaz, seçilir seçilmez yazmaya başladı. Yok, mektup değil, Anayasa maddesi yazmaya başladı. Aslında hem mektup, hem anayasa maddesi. Cumhurbaşkanına mektup ve cumhurbaşkanına madde. Yazdı, bitirdi.
Şimdi, Anayasa’mız biraz darbecidir, darbe ürünü değil sadece, sade uygulayıcısıdır da. Örneğin cumhurbaşkanına “olağanüstü şartlar” konusunda verilen yetkiler, parlamenter sistemlerde cumhurbaşkanını yetkileriyle mütenasip değildir; yarı başkanlığa yakın filan diyenler de var. Bir “olağanüstü hal” anayasası olduğu her durumda ittifak konusu. Berbat bir anayasa yani. Cumhurbaşkanı hem “icranın başı” gibi, hem de “devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışması”nı gözetir gibi. Askeri kafanın darbeci labirenti. Labirenti kurarken bir şeyi iyi hesaplamışlar: Bağzı konularda güzel güzel laflar, teoriler bir yana, tatlı gerçekler bir yana: Kürtler lehine uzlaşmamız olmaz gerçeği, tadından yiyemiyorlar.

Olmayan yetkiler

Fakat, bu kargaşaya, bu bozuk yetkisel düzenlemelere rağmen, orada olmayan yetkileri de oradaymış gibi yapabilir miyiz? Cumhurbaşkanı Erdoğan, seçildikten sonra bunu yaptı, fiili başkanlık yetkilerini kullanmayı başladı, kullandı, kullandı, gel gelelim seçimde bunu “hukuki” hale getirecek oyu tarafsız partisi alamadı.
Alamayınca da o partinin genel başkanı, başbakan Ahmet Davutoğlu aynen şöyle dedi: “Biz başkanlık sistemine geçmeyi tasavvur ettik, söyledik. Halk bunu uygun görmediğini verdiği oylarla gösterdi, bu yetkiyi vermedi bize. O zaman şimdi var olan sistemi işletmektir bizim sorumluluğumuz.”
Davutoğlu’nun sözleri 11 Haziran’daydı, yani seçimden bir gün sonra. Oyları flu görmediği anlaşılıyor. Meclis Başkanı ise dün konuştu, 1 Temmuz’da. O da “Anayasa çerçevesinde hizmet” diyor, ama birden ekliyor: “Kuvvetler ayrılığı Cumhurbaşkanı'nın koordinasyonunda…”

Sistemi işletmek, seçmeni işletmek

Birinin koordinasyonunda bir kuvvetler ayrılığı? Kuvvetler ayrılığı teorisini beğenmeniz gerekmez, bu teoriye çok kuvvetli ve katılmasanız bile hayli etkileyici sebeplerle karşı çıkanlar var, mühim teorisyenler. Fakat onu “birinin koordinasyonunda” düşünmek İsmet Yılmaz’a nasip oldu. Böylece İsmet Yılmaz’ın “anayasal çerçevede hizmet”ten, fiili bir anayasayı kast ettiğini anlıyorum kendi payıma. Davutoğlu’nun “mevcut sistemi işletme” lafının ya a) seçim sonrası duygusal duruma bağlı bir kaza ya da b) Saray’a karşı işlemeyen bir arzu beyanı olduğunu araştırmaya değer mi, bilemedim. Sistemi işletmek mümkün olamayınca, seçmeni işletmek elzem oluyor herhal.

Erdoğan ile Atatürk

Bir de hatırlatalım, bu “kuvvetler ayrılığı” Erdoğan’ın pek sevdiği bir şey değildir, 17 Aralık 2012’de şöyle demişti:

"Ama hala bunu (şehir hastaneleri projesinden bahsediyor) bitiremedik, aşamadık. En başarılı olduğumuz alanlardan biri olmasına rağmen bunu sağlıkta aşamadık. Niye? Bürokratik oligarşi ve yargı, bunlara takılıp kalıyoruz. Ama dışarıdan bakanlar zannediyor ki '326 milletvekiliniz var yine mi bahane' ama kuvvetler ayrılığı denen olay var ya o geliyor önümüze engel olarak dikiliyor. Diyor ki senin de bir oynama sahan var."

Bundan birkaç gün sonra, eleştiriler çok artınca da şöyle düzeltir gibi olmuştu:
“Atatürk döneminde yetki Meclis'e bağlanmıştı. Gazi o zaman kuvvetler ayrılığından bahsetmiyor. Kuvvetler birliğinden bahsediyordu. Belki bunu savaş şartları nedeniyle yaptı ama uzun süre kullanıldı.”

İsmet Yılmaz’ın selamı da Erdoğan’la Atatürk’ü görüyor sadece, gerisini flu görüyor.
Her şeyi net gören bir Erdoğan varsa bir de Devlet Bahçeli var kanımca, o Erdoğan’ın neyi gördüğünü iyi gördüğü için ona selam verecek kişinin seçiminde bu kadar faal rol aldı. Nereyi flu, nereyi net görmesi gerektiğini en iyi bilen o oldu sanki. Belki de Erdoğan'ın başbakanlığı yıllarında meydanlarda sık sık kullandığı "Ülkücü kardeşlerim..." ünlemesini nihayet fark etmiştir, kim bilir? Her durumda, İsmet Yılmaz’dan sonra en çok sevinen o oldu sanki.
En çok şaşıranın, hiç kimseyi şaşırtmayan Deniz Baykal olduğunu öne sürmek çok mu iddialı olur?


Not: Devlet Bahçeli herkesi üzdü. CHP'lileri, sosyal demokratları, solcuları, sosyalistleri filan feveran ederken gördüm. Şaşırdım. Ne gibi bir beklenti vardı, bilemedim? Şivesinden başka orijinalliği olmayan bir siyasal figürden kim ne bekliyordu? Deniz Baykal'dan daha şaşkınım.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

12 Eylül bildirisinin tam metni

15 Temmuz darbe girişimi bildirisinin tam metni