Bir infaz platformu olarak yargı


Fazıl Say’ın yargılanmasına yol açan şikayetin sahiplerinden biri, Say’ın dava açılmadan önce de Türk milletinin manevi değerlerine yönelik eylemleri olduğunu öne sürüp şöyle demiş: “Görsel medyadan da öğrendiğimize göre sanığın otizm hastası olduğu şüpheleri vardır. Bu hususun araştırılmasını talep ediyorum, dilekçeyle de eklerini sunduk. Cezai yükümlüğü var mı, yok mu? Cezalandırılmasını istiyorsak da vicdansız değilim.”


Bunu nasıl anlamak lazım? Say’ın din, din-devlet ilişkileri, dolayısıyla da laiklik konusunda görüşleri sır değil. Bu görüşlerin “makbul” olup olmaması bir mesele, hukuki tartışma konusu yapılıp yapılmaması başka bir mesele. Şikayetçinin, davada müdahil olarak yaptığı bu son hamle, Say’a ilişkin davanın seyrinde bir işleme yol açıp açmayacağına göre farklı anlamlar taşıyacaktır. Fakat dile getirilmiş olması bile bu tuhaf davanın şimdiye kadarki bölümünü anlamlandırmak için yeterli.

Dava tuhaftır, çünkü “üç büyük dine hakaret” ve “Türk milletinin manevi değerlerine yönelik eylem”lerin yargılama konusu yapılması, ifade özgürlüğü-hukuk ilişkisinde benimsenen tavra bağlı olarak çeşitli ve her biri diğerinden vahim, tuhaf sonuçlar doğurur.
Hıristiyanlar ve Yahudilere göre İslam, yalandan ibarettir. Müslümanlara göreyse Hıristiyanlık ve Yahudilik, ilahi mesajın tahrif edilmesi ve bunun kurumsallaştırılmasıdır. Üç dine göre de tek tanrı inancı olmayanlar küfür içindedir, kafirdirler. 

Şimdi, kendilerini hakikat odağına oturtup kalanı bu şekilde dışlayan dinlerin, kendilerinin aşağılandığını, hakarete uğradıklarını öne sürmeleri daima bir tuhaflık içerir: Dışlama ve aşağılamayı kendi kuruluş prensiplerinin içinde tutan bir bakışın bu tür tartışmalarda esas alınması, uzlaşmaz bir noktaya iter. “İfade özgürlüğü”nden bahsedeceksek, bu tür bakışları yansıtan ifadeleri yargılama konusu yapamamamız gerekir. Aksi taktirde birden, herkesin kendisini yargı önünde bulduğu bir kaos işten bile olmaz. Yani henüz prensipler düzeyine bile gitmeden, pratik bakımdan bile bu tür davalar çökerler. Örneğin, Fazıl Say’a yöneltilen, “Halkın bir kesiminin beğendiği dini değerleri alenen aşağılama” suçlaması, “üç büyük din”den her birine yöneltilebilir; zira her biri kendi temel inanç “değerleri” ve o değerlerle oluşturulan söylemleri açısından diğer ikisinin dışlanmasına yol açar. Üçünün birden inanmayanlara ya da farklı inançlara sahip kişilere “sapık, sapkın, kafir, küfür içinde, küfür eden” tanımlamalarını yöneltmeleri, hatta kendi içlerindeki farkları bile böyle tanımlamaları aynı mantıkla yargılama konusu yapılmak zorunda kalınabilir. Bu yüzden bu tür suçlamalardan “hukuki” karar çıkarmak zordur. 

İşte Fazıl Say davasında müştekinin çıkışının sebebi budur: Yargının ifade özgürlüğünün en basit düzeyini kabul ettiğinde bile vermekten çekineceği bir kararı doğal olarak alamayabileceğini fark eden müşteki, yargıya ceza veremeyecekse başka bir yol önermeye çalışmaktadır: Konuşanı, ifade sahibini tıbbi (ideolojik) cihazın yardımıyla meczuplaştırmak.

Zaten dava daha açılmış olmakla Fazıl Say’ın Ortodoks İslami bakışla uyuşmayan görüşlere sahip biri olarak mimlenmesi sağlanmıştır. Davanın kabulüyle bir yurttaşın görüş ve beyanlarından ötürü tehlikeli biçimde işaretlenmesine aracı olan yargının hatası, ikinci bir hatayı da mümkün kılmıştır: 
Bu talebin dile getirilmesine platform olmak! 
Talebi uygun bulmaması bile artık “doğru karar” niteliği taşımaz, dile getirilmesine aracılık etmesini düzeltmez. Talebi doğru bulması halinde (hukuka tamamen aykırı da olsa, bu ihtimal var) ise artık içinde bulunduğumuz hukuk (isteyen “hukuksuzluk” olarak okuyabilir) evreni nitelik değiştirir: Artık prensiplere dayalı bir yargılama evreninden tamamen çıkıp, yargının hakim toplumsal eğilim ve görüşlerin katıksız infaz platformuna geçmiş oluruz.
Her durumda, geçmiş olsun. 

Karar 15 Nisan 2013 pazartesi günü verildi, ona dair video için:

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

12 Eylül bildirisinin tam metni

15 Temmuz darbe girişimi bildirisinin tam metni