Sanal yargı, linç jürisi ve intikamcı hafıza

 




Mehmet Pehlivan ve Fatih Altaylı tutuklamaları sadece basit yargısal ihlaller değil, inşası süren yeni rejimin nasıl bir “adalet” aradığı, nasıl bir devlet öngördüğü, nasıl bir toplum istediği ve bu hedeflere ulaşmak için nasıl işlediğinin son alametleri niteliğinde. Binmişiz yargı alametine gidiyoruz kıyamete. 

Rejimin işleme biçimi aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bugüne kadar gelen olumsuz karakteristik özelliklerinin, başka bir deyişle negatif birikiminin kullanım biçimini de gözler önüne seriyor. Hiçbir şey yoktan var olmuyor, fakat elbette hiçbir şey mutlak bir süreklilik, bir tekrar da değil, eski kötülüklere yenileri eklenerek yola revan olunuyor.

Tutuklamalar kadar tutuklamaların etrafındaki tartışmalar, hem siyaset ve hukuk alanındaki hem de toplumsal plandaki gidişatın vahametini gözler önüne sermesi açısından önemli: 

Yargı teşkilatının iktidar tarafından kullanım biçimi ve yargının buna rıza vererek katılması adaletsizliği kurumsallaştırmıyor sadece ama tek tek bireylerden küçük gruplara oradan bütün topluma yayılan bir akıl ve duygu bozukluğu da üretiyor.

 

 

NE YARGILAR GÖRDÜM ZATEN YOKTULAR!

 

Mehmet Pehlivan ile başlayalım:

Ekrem İmamoğlu’nun avukatı Mehmet Pehlivan’ın tutuklanması, “savunma olmazsa yargı olmaz” diye eleştirildi, birçok kişi “Böyle bir şey ilke defa oluyor” makamında feveran etti. Elbette son derece vahim bir karardı ama ne ilk defa oluyordu ne de bu karardan önce gerçekte savunma olmayınca bozulacak bir yargı vardı. Elbette ortada bir yargı olacaksa orada savunma da olmak zorunda fakat aslında mesele göründüğünün tersidir: 

Türkiye’de bir yargı olmadığı için savunma daima önemsiz olmuştur; yargı neredeyse her zaman yürütmeyi elde tutan gücün araçsallaştırdığı işlevsel bir mekanizmadır. Asla liberal demokrasi tahayyülündeki anlamıyla “devletin üç gücünden biri” olmamıştır, daima yürütmenin bir eki olarak kalmıştır. Osmanlı’dan cumhuriyete geçiş bu anlamda sultansız bir saltanat olarak kalmış, yargı hünkarın yetkilerini kullanan bir teşkilat olarak kalmıştır. “Padişahım çok yaşa”dan “Paşam çok yaşa”ya geçilmiştir en fazla; şimdi “Başyüceliğim çok yaşa” (Yektan Türkyılmaz’ın kulakları çınlasın, "Başyücelik hukuku desek yeridir) demesi istenmektedir. Hasılı, Mehmet Pehlivan’ın tutuklanması yargıyı bozacak, eksiltecek, değersizleştirecek bir şey değildir; olmayan şey ne bozulur, ne eksilir ne değersizleşir. Tutuklama kararındaki rahatlık Türkiye’de yargının gerçek bir araç ama sanal bir güç olduğunu (bir defa daha) ilan etmektedir. 

Sanal, çünkü: Şekle bakacaksak kanunlar var, savcılar var, hakimler var, avukatlar var, içtihatlar var o halde bir yargı var demek mümkün, bakanı bile var. Ne diyor Adalet Bakanı: “Dünyanın en şeffaf yargı sistemi Türkiye’de. Türkiye’de köklü bir hukuk devleti var. Avrupa'nın da dünyanın da en yeni temel mevzuatına sahip ülke Türkiye.”

Gerçekten de şekil açısından gayet tamam görünen yargı, adalet idealine bağlı bir yargıdan beklenecek hiçbir şeyi içermiyor gerçekte. İşte Pehlivan kararında, avukatlığı düzenleyen mevzuatta avukatların olağan işi olarak tanımlanan şeyler suç olarak tanımlandı; yani yargının kendisi, savunma diye bir şeyin bir kıymeti harbiyesinin olmadığını ilan etti. 

Teşkilat olarak gerçek ama “güç” olarak sanal; bakan filan onu da gerçek kabul etmemizi istiyorsa da. Gerçi bakan haklı: Şeffaf, kararları önce televizyonlardan öğreniyoruz, ama iktidar televizyonları. Mevzuat çok yeni doğru, ama adalet idealine yönelen bir mevzuat değil, otokrasiyi tesisi hedefleyen bir mevzuat ve dahası mevzuatta yazılı olarak bulunmayan ama uygulanan kanunları de katarsak dünyada eşi benzeri yok zaten. (Notlar bölümünde işin “geçmiş” kısmına az değindim, arzu eden oraya bakabilir.)

 

 

ALTAYLI DA İLK DEĞİLMİŞ! ŞAŞIRDIK MI?

 

Şimdi Altaylı meselesine gelelim. Peşin söyleyeyim: Adem Özüer hoca ya da Tolga Şirin hoca gibi ciddi ve saygın akademisyenlerin söylediklerine fazla ekleyecek bir şey yok, “fiili saldırı” fiil gerektirir, Türk hukukunda “söz” ile “fiil” daima ayrık tutulmuştur. Kanun zaten “hakaret”i kapsam dışında bırakmıştır, çünkü ayrı maddesi var. Ayrıca, sürpriz biçimde öğrendik ki Fatih Altaylı ilk değil, meğer daha önce Mümtazer Türköne de Altaylı gibi yargılanıp mahkûm olmuş, harika bir yazıyla başından geçenleri anlattı, Türköne’nin yazısını, hocaların söylediklerini notlarda daha geniş değerlendireceğim, şimdi meselemize dönelim.

 

Altaylı tutuklanırken iki TCK maddesi (TCK 310/2 ve TCK 106/1) arasında varsayılan bir bağdan söz edildi: İlkinde cumhurbaşkanına yönelik suikast ve fiili saldırı düzenleniyor, diğerinde ise tehdit suçu düzenleniyor. Savcılık, tutuklama talep yazısında “TCK 310/2 maddesi delaleti ile TCK 106/1 maddelerinde düzenlenen suçu oluşturduğu” dile getirildi. Suikast lafı yasa koyucunun “öldürme” lafını telaffuz etmemek için seçtiği bir ifade. Kalıyor geriye “fiili saldırı” ve “tehdit” arasında bağ olup olamayacağı. 

 

BİR SAVCI NİYE DOKTRİNE BAŞVURUR?

 

Savcıya göre bu bağın doktrinde yeri var, sevk yazısındaki alıntı bunu gösteriyor. Ceza hukukunda doktrin, savcı ve yargıçlardan çok avukatların tercih ettiği bir argüman kaynağıdır; savcı ve yargıçlar sevmediklerinden değil, görevleri gereği doktrine bakarak iddianame ya da karar oluşturmaktan uzak dururlar, kıyasla suç oluşturma ya da hüküm verme yasağı işin içine doktrin girince ortadan kalkmaz çünkü. Çünkü savcı ve yargıç hukuku mevzuat ve ilkeler çerçevesinde şekillendirir, doktrin onları takip eder, analiz eder, tasnif eder. Doktrin en fazla “hukuk kültürleri”ni güçlendirmek için başvuracakları bir kaynaktır, yoksa işlem ya da karar için başvuracakları bir kaynak olamaz. Türkiye’de özellikle politik işlere bakan savcılar böyle tuhaflıkları çok sık yaparlar çünkü yaptıklarını destekleyecek hukuki kaynak ve kurallara uygun hareket etmeyince geriye laf üretmek kalır. Altaylı’nın tutuk sevk yazısındaki doktrin atfı da hukuki değil bu türden bir demagojik harekettir. Kaldı ki doktrin birbirine zıt birçok fikrin tartışıldığı akademi mantığıyla çalışır, bir kişinin savunduğu bir fikri eleştiren, çürüten, karşıtını ya da farklı versiyonlarını savunan bin kişi bulunur. Doktrin “hukuk kaynağı”dır, kanun ve uygulama kaynağı değil. 

 

Savcının, bir hocadan kendi işine yarar görünen bir cümle bulması da bu durumu değiştirmez; üstelik savcının bulduğu “cümle” mevcut yasadaki iki hüküm arasında bağ kurma işine hiç mi hiç yaramıyor. Çünkü sevk yazısında alıntılanan Faruk Erem’e ait cümlenin geçtiği TCK Şerhi kitabının son baskı tarihi 1993, yani artık yürürlükte olmayan TCK maddesinin şerhi o. Eski TCK’de şimdikinde yer alan “fiili saldırı” ibaresi yok, eski TCK’nin 157’inci maddesinde “cumhurbaşkanına fiili tecavüz” var. Elbette mesele sadece basit bir kelime değişikliğinden ibaret değil, “fiili saldırı”  “tecavüz”dan daha dar bir tanım. Yasa koyucu bu değişikliği yaptığı andan itibaren savcının alıntıladığı o cümle anlamını yitirir. Dahası, Mümtazer Türköne’den öğreniyoruz ki zaten Faruk Erem savcının dediğini demiyor, Türk hukuku hakkında değil, eski TCK’nin kaynak-modeli olan İtalyan hukuku hakkında yazıyor. Yani “doktrin”de de “tehdit, fiili saldırı kapsamına girer” diyen bir kimse yok.

 

YARGI SAHNESİ SAVAŞ SAHNESİ

 

Birini savunmakla bir ilkeyi savunmak birbirinden çok farklı şeyler, hele doğrudan ceza hukuku alanındaysak maddi ve şekli ilkelerle muhakeme usulleri daima kişilerin önüne çıkar. Şayet bir topluluk ceza meselesini ilke ve usullere göre değil, çıkarlara, duygulara ve inançlara göre ele alıyorsa bırakın “toplum” olmayı, bir topluluk olma vasfını da yitirmiştir; orada herkes güç dağılımı ve şiddetin akış yönü neler getirecekse onunla karşı karşıya kalmaya hazır olmak zorundadır. Orada Rus ruletinden daha adil bir kurum bulunmaz, “herkesin herkesle çatıştığı” bir ortam hakimdir çünkü; ve bu ortam Hobbes’un kurgusal ortamı değil, içinde yaşadığımız güncel neoliberal toplumsallığın ta kendisidir. Türkiye’de bugün yargı sahnesi bir savaş sahnesini andırıyorsa, ölçüsüzlük tek ölçü olmuş görünüyorsa neoliberal toplumun ancak sürekli iç çatışma halinde bir toplum olarak var olabilmesindendir. Yargı sahnesi artık bir savaş sahnesidir, ölçüsüzlük tek ölçüdür. Ölçüsüzlük, öngörülemezlik getirir; elbette öngörülmezlik sadece biz iktidar imkanları dışında yaşayanlar için geçerlidir, çünkü kalan herkes için öngörülemez olan şey bizzat onların tasarladığı söz, eylem ve işlemleridir. 

 

Öngörülemezlik ölçüsüzlüğü artırır. Artık delillere ve muhakemeye ve aklı selime dayalı argümanlar konuşmaz, duygularla bilenmiş, inançlarla sivriltilmiş kahramanlık ya da tahkir söylemleri ortalığı kaplar. Neticeyi iki şey belirler: Gücü elinde tutan ve o güce ortak olabilenlerle ortaklık ya da güç merkezine ulaşmak için “çoğunluğu” celp ve cezbedebilenler. Çoğunluk güce yönelir, güç çoğunluğun güveniyle dilediğini yapmaya yönelir. Gerçekte çoğunluk demokrasi de demokratik hak da adalet de üretemez kendiliğinden, üretebilseydi linç en demokratik eylem olurdu. Bugün her yargılamada hemen oluşan tarafgir kalabalıklar gerçekte bu türden bir linç jürisini temsil ederler. Türkiye’deki yeni düzene isim yakıştırma yarışı bitmediyse bir tane  de ben önereyim: Çoğunlukçu linç demokrasisi. En çok kalabalığı toplayan, en gayri adil olana hak kazanır. Oysa demokrasi bir azınlık meselesidir, az olanın ne olacağı meselesi. En az olanın, tek olanın durumuyla başlar her şey. Tek yurttaşın. Tek karıncanın. Tek yaprağın. Tek eşeğin, Datça’daki gibi. Madem Datça dedik, yakınlarındaki Efes’le bağlayalım; Efesli Herakleitos boşuna söylememiş: “Ölçüsüzlüğü söndürmek yangını söndürmekten önemlidir.” Ölçüsüzlüğe teslim olursak yangını yakanların istedikleri olur. 

 

Bu bozukluk sadece politik davalarda ve onun etrafında değil, sair adli vakalarda da gözleniyor. Narin Güran ve Ahmet Minguzzi davaları etrafında olan bitenler ölçüsüzlüğün toplumsallaştığını gösteren en vahim örnekler: 

Narin Güran davasında masumiyet karinesi başta bütün ceza hukuku ilkelerinin medya ve siyaset başta ünlü, ünsüz akıl almaz sayıda kişi ve kurum tarafından hiçe sayıldığına tanık olduk, dava gönüllü bir linç jürisinin yaptığı gürültünün çizdiği yönde yürüdü, bir çocuğun alçakça katlini soruşturabilecek bir kolluk teşkilatının, davayı yürütebilecek bir yargısal potansiyelin olmadığını, adaletin tecellisi gerekli sabır, sükunet ve basireti gösterebilecek, telkin edebilecek bir toplumsal dokunun kalmadığını gördük. 

Keza Minguzzi davasında benzer bir jüri kuruldu, ceza hukukunun en önemli ilkeleri arasında yer alan “hümanizma”nın linç jürisinin gürültüsü karşısında çaresizleştiğini gördük. 

 

Türkiye’de yargı yoktur, sanaldır, gerçek olan iktidarın bir infaz bürosudur. Toplum kamplara bölünmüş ve adli meseleler dahil her vakada öfke dolu bir jüri rolünü oynamaktadır. Bölünmüşlük hali sadece kin hafızasının canlı kalmasına yol açmaktadır. Yeni rejim bundan şikayetçi değildir, çünkü bununla kendisini kuruyor. 

 

NOTLAR

 

1

FİİLİ SALDIRI BASIN YOLUYLA YAPILAN SÖZÜ İFADELERİ KAPSAMAZ 

 

Ceza hukuku profesörü, yürürlükteki TCK’yi hazırlayan heyetin yöneticisi, yani “doktrin”in önde gelen isimlerinden Adem Özüer, Altaylı’nın tutuklanmasının hukuka uygun olamayacağını şu paylaşımıyla ifade etti: 

“TCK 310/2. maddesindeki Cumhurbaşkanına karşı"Fiili saldırılar"unsuru basın yoluyla yapılan sözlü ifadeleri kapsamaz Türk Ceza Kanunu 310. maddesi Cumhurbaşkanına yönelik Suikast ve diğer "fiili saldırıları" cezalandırıyor.

Suikast hayata karşı saldırılardır.Hayata karşı olmayan diğer saldırılar;

örneğin vücut bütünlüğü,

sağlık, cinsel dokunuşmazlık veya hareket özgürlüğüne karşı saldırılar şayet "fiili" olarak yani doğrudan doğruya gerçekleştirilirse, fiili saldırı niteliğindedirler.

"Fiili saldırı" basın yoluyla yapılan sözlü ifadeleri kapsamaz.

Fiili saldırı terimi karşılaştırmalı hukukta da kullanılmaktadır.

Örneğin Alman, Avusturya ve İsviçre Ceza Kanunularında çeşitli suçlarda "tätlicher angriff" yani "fiili saldırı" unsuruna yer verilmiştir.

Tüm literatür bu suçlardaki fiili saldırı unsurunu, mağdura karşı doğrudan doğruya fiziki temas amaçlı olarak gerçekleştirilen davranışlar olarak açıklamaktadır.”

 

2

“SUÇU, TUTUKLAMA İSTEĞİNE GÖRE Mİ BELİRLİYORSUNUZ?”

Anayasa hukukçusu ve hukuk meselelerinde güncel söz almayı (iyi ki) tercih eden hocalardan Tolga Şirin, t24’teki yazısıyla meseleye müdahil oldu; makul bir soru sorarak: “Bu tablo ister istemez şu soruyu akla getiriyor: Eğer birini tutuklamak istiyorsanız, ona isnat edeceğiniz suçu da ona göre mi belirliyorsunuz?”

 

https://t24.com.tr/yazarlar/tolga-sirin/fatih-altayli-sucsuzdur,50426

 

3

En çarpıcı “müdahale” Mümtazer Türköne’den geldi, damdan düşenin halini damdan düşen bilirmiş, meğer Türköne de aynı şekilde yargılanmış. Bir gazete makalesi nedeniyle. Dahası ceza almış. Yani makalesi TCK 310/2 anlamında tehdit sayılmış. Orada da hüküm verilirken “doktrin”e başvrulmuş ve sürpiz yok: Türköne makaleyi bulup okumuş, meğer yazarlar tehdit fiilinin “fiili saldırı” sayılmasını savunan İtalyan yazarları eleştiriyormuş! Peki Faruk Erem? Mümtazer Türköne anlatıyor: 

“Ceza Hukuku alanının efsane isimlerinden Faruk Erem’in, Türk Ceza Hukuku, Cilt II, Hususi Hükümler, Ankara, 1969, s. 127’sini referans gösteriyor. Beyazıt Kütüphanesinde bir günümü harcayarak bu kitabı bulup okudum. Konu yine İtalyan Ceza Kanunu ve Erem, tehdidin İtalyan Ceza Hukukunda fiili saldırı sayılmadığını İtalyanca kaynaklara dayanarak tane tane anlatıyor. Kısaca gerekçenin dayanağı, tam tersini söylüyor.”

Süreci ondan daha iyi anlatmam imkansız, o yüzden yazıya buyrun. 

https://medyascope.tv/2025/06/24/fatih-altayli-nasil-kurtulur-mumtazer-turkone-yazdi/


4


Türköne'de tehdit suçuna ilişkin de çarpıcı saptamalar var, fail/fiil uyumu mesela. Türk hukuk uygulamalarına göre bir de fiilin, mağdurda korku, kaygı yaratmaya, mağdurun iç huzuru bozmaya elverişli olması gerekir. Altaylı'nın söyledikleri buna uyuyor mu? Uyuyor diyen savcı ve ona uyup tutuklama veren yargıç bizi Cumhurbaşkanı'nın youtube konuşmasıyla korkutulabileceğine inandırmak mı istiyor? Kendileri buna inanıyor mu?


Tehdit suçu konusunda derli toplu bir avukatlık çalışması için buyrunuz: 

https://barandogan.av.tr/blog/ceza-hukuku/tehdit-sucu-sartlari-cezasi.html


 

5

ANTİ-HUKUK İÇİN MUHTASAR TARİH

 

Bu vahamet bir günde üretilmedi, son 23 yılın yani AK Parti döneminin bir ürünü de değil. AK Parti döneminde olan tek şey, bu yargı yokluğunun, bu yargının adaleti değil idari hedefleri önceleyen karakterinin bir istisna alanından ayrılıp genelleşmesi. 

Yaklaşık 14 yıl önce “Özel Yetkili Başsavcılık” tarafından yürütülen KCK Avukat soruşturması ve kararları, Mehmet Pehivan soruşturması ve kararının kopyası gibi. “Özel Yetkili Mahkeme”ler malum, “hukuka aykırı, adaletin tecellisine engel” olduğu için kaldırılan Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin devamıydı. DGM’ler özellikle 12 Eylül sonrasında sol-sosyalist kişi ve örgütleri yargılarken bugün “Ama bu siyasi, böyle yargı olmaz” denilen her şeyi yapmakla görevli mahkemelerdi; 1984 sonrasında böyle şey olmaz yargısı sol-sosyalistlerin yanı sıra Kürtlere karşı idarenin işlerini gören mahkemelere dönüştü. “İstisna hukuku”ydu bu, “olağanüstü hal hukuku.” Gerçekte istiklal mahkemelerinden Dersim yargılamalarına, 49’lar davasından DDKD/DDKO davalarına giden kesintisiz bir istisna hukuku alanıydı bu. DGM’ler kaldırılınca bir şey değişmedi, aslında bütün hukuk sistemi enfekte hale gelmiş oldu. Bu “istisna hukuku”nu sadece tehdit görülen hedef kitleye (Kürtlere) değil kendi politik muhaliflerine karşı kullanma imkanı da yine İstiklal Mahkemeleri’nden bugüne kadar geldi; 27 Mayıs’ta Demokrat Parti yargılamaları böyledir mesela. 

Politik güçlerin birbirine karşı ve genel eğilim olarak daima Kürtlere karşı düzenli ve sistemik biçimde uygulanan bu olağanüstü hal ya da istisna hukuku Ergenekon/Balyoz davalarıyla o zamana kadarki meşru sınırların ötesine taşındı, özellikle 2010’dan sonra tamamen genelleşti. Erenekon/Balyoz davaları, bugünkü adli ortamı anlamak için kritik önemde iki meseleydi. 

Artık olağan hukuktan yararlanmak için neredeyse sadece cumhur ittifakı üyelerinden olmak gerekli, kalan herkes istisna hukukuna tabi. Bu arkapılanı (elbette yetersiz biçimde) tasvir etmeye çalışırken, “KCK davalarında ses çıkarmadınız, bugünkü durum normal, müstehak” filan demeye getirmiyorum elbette, sadece Pehlivan davasındaki uygulamanın bir tarihi birikim üzerine oturduğunu ifade etmeye çalışıyorum. Bu faslı bağlamak için söyleyeceğim son şey şu: Yurttaş nüfusunun bir kesimi için “olağan” kabul edilen ve kalan yurttaş kesimlerine de kanıksatılan anlayış ve uygulamalar, her zaman herkes için uygulanabilir hale gelecektir, bunun önünde bir engel yoktur. Ekrem İmamoğlu davasında her şey mesela, 1990’lardan itibaren Kürtlerin siyasal girişimlerine karşı yargının seferber edilmesine benzer bir şekilde ilerliyor. 

 

Meseleyi daha geniş ele aldığım bir yazı için, izninizle:

https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2018/11/14/kurt-laboratuvarinda-olgunlasan-anti-hukuk


6


"ÇÜNKÜ YURTTAŞLAR TOPLULUĞU DEĞİLİZ"

Altaylı işinde Orhan Gazi Ertekin de birçok noktasını paylaştığım önemli bir müdahalede bulundu; FB hesabındaki paylaşımı aynen alıyorum, bağışlayacağını umarak:


Fatih Altaylı
Fatih Altaylı tutuklandı ve bir kez daha bu toplumu birleştiren bir hak alanı ve duygusu olmadığı açığa çıktı. Ve bir kez daha ve bilmem kaçıncı defadır haksızca tutuklanan hukuk istiyor, onun dışındakiler ise tutuklananın geçmiş haksız tutuklananlara dönük sicillerini hatırlatıyor. Burada tarafları suçlayabilir miyiz? Bence hayır. Çünkü bir yurttaşlar topluluğunda değiliz. Hiç olmadık. Bir “cumhuriyet kültürü”ne de sahip değiliz. Cumhuriyetçilik bile bir “monarşist kültür” içinden yer buldu. Bizi yasa ile birbirine bağlayan ve hepimizi bir yasa etrafında birleştiren (civitas) bir politik alan olmadığı gibi buna ilişkin bir cumhuriyetçi harekete de rastlanmadı…

Birbirine yurttaşlığı ve hakları nedeniyle sahip çıkan bir ülkeye ve onun topluluğuna sahip değiliz. Sıra kendisine geldiğinde herkes büyük bir haklılık duygusuyla hukuk istiyor ve herkesi hukuk istemeye çağırıyor. 


Bunda haklılar mı? Kesinlikle haklılar. Peki bunun bir kıymeti var mı? En küçük bir kıymeti yok. Çünkü diğer tarafta haklı. Onların haklı olmasının bir kıymeti var mı? Onların da yok. Çünkü hakkı politik düzeyde kurmadığımız ve bir “cumhuriyet yurttaşlığı” yaratmanın peşine politik olarak düşmediğimiz müddetçe safça veya uyanıkça bir “ahlak oyunu” yapmaktan daha ileriye gitmiyor tüm bunlar…
Geçmişi hatırlayarak ve bütün o geçmiş hukuksuzluklardan utanarak, bunu ilan ederek bugün için birbirimize güven verici adımlar atabiliriz…
Şurası açık:

Fatih Altaylı hukuksuzca tutuklandığı için derhal serbest bırakılmalıdır…



7

"TÜRKİYE'DE YARGI YOKTUR"


Bu hüküm elbette benden çok önce dile getirilmişti, beş yargıç tarafından hem de. Tekin Yayınlarından 2014'te çıkan ve aynı yıl iki baskı yapan bir kitabın adı. Yazarları Orhan Gazi Ertekin, Faruk Özsu, Kemal Şahin, Muzaffer Şakar ve Uğur Yiğit. 



8

MESELE ALTAYLI DEĞİL, HÂLÂ ANLAMADINIZ MI?

Altaylı’nın sözlerinin tehdit olmadığı apaçık, sözlerin uygunluğunu, uygunsuzluğunu tartışmak ise en hafif deyimiyle ayıp kaçar. Fatih Altaylı hakkındaki görüşlerim, düşüncelerim ve duygularımı şu aşamada dile getirmeyi ar sayarım. Altaylı’ya kızgın olmakta herkesten haklı olan Eren Keskin’in sözü meselenin ruhunu ortaya koyuyor: ‘’Fatih Altaylı özellikle 90’lı yıllarda insan hakları savunucularının karşısında durdu. Benim ifade özgürlüğümü hiçe sayarak ölüm tehditlerine maruz kalmama neden oldu. Ama biz yine de ‘tutuklu yargılama’ya karşıyız. Serbest bırakılsın ama bizden uzak olsun.”

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

12 Eylül bildirisinin tam metni

Öcalan’ın perspektifi ve PKK’siz Kürt ulusu