Eylem

“Zalimin gecesi mazlumun gecesiyle birdir
Ve daha uzundur zulme karar verenin gecesi
Çünkü acıların, çığlıkların, kargışların sesi
İğne deliğinden geçeğen olur
Dokuna dokuna kıyıcıya cellada
Varır, sebebin kıyısında durur”



Eylem hakkında söz alınacaksa, 10 Ekim Gar Katliamı gibi bir kötülük çerçevesinde “eylem” hakkında söz alınacaksa şiddet hakkında söz alınacak demektir. Bombalı saldırıya, ölümcül düzeyde yoğunlaştırılmış şiddete hedef olan eylemin bir barış eylemi, savaşa karşı bir buluşma (yürüyüş ve miting) ise eylem ve şiddet terimlerinden başka birbirini çağıran iki kelimemiz daha olur: Savaş ve barış.

Savaş dediğimizde siyasal alanına gireriz, savaşın teorisyeni Carl von Clausewitz “savaşın, siyasetin başka silahlarla sürdürülmesi”dir der. Fransız filozof Michel Foucault önermeyi tersine çevirmeyi önerirken, savaşın siyasetle kopmaz bağını onaylar. O halde bu yazıda “eylem” denildiğinde siyasal eylem kast edilecek; bu daraltma gerekli çünkü eylemeyen canlı yoktur.

Siyasal eylem, siyasetin neliğine dair tanımımız ne olursa olsun, öncelikle maksat meselesini çağırır. Siyasal eylem failin maksatlı olduğu bir eylemdir. Fakat maksatlılık yine canlı aleminde saptanabilecek bir olgu; o halde siyasal eylem terimini güvenle kullanabilmek için maksat dışında bazı şeylere ihtiyacımız olacak.

Müşterek Fail, Müşterek Dikkat, Müşterek Amaç

İster tek birey ister birden fazla bireyce eylensin siyasal eylemin bir diğer tanımlayıcı özelliği müşterekliktir yani ortak maksat sahibi olmaktır. “İnsan sosyal hayvandır” elbette ama tek sosyal hayvan değildir. Birçok hayvan türü sosyal ya da yarı sosyal yaşam sürdürür, birçok tür de açıkça “ortak maksat” sergiler, “müşterek” eyleme girişir: maymun avlamaya giden şempanzeler, grup halinde avlanan kurt yahut sırtlanlar, neredeyse tek biyolojik varlık gibi hareket eden arı ya da karıncalar, yırtıcı olmayan ama hayatı epey karmaşık ilişki ağıyla yürüten merkitler, çayır köpekleri…

İnsanı ve onun siyasal dediğimiz eylemini ayıran, insan evriminin motor özelliklerinden biri maksatlılığın iki seviyeli karakteri ve “hedefe ulaştıktan sonra” da devam eden yapısıdır. Amerikalı psikoloji, karşılaştırmalı psikoloji ve evrimsel antropoloji profesörü Michael Tomasello iki seviyeli maksatlılığı şöyle anlatır:

“Müşterek fail, müşterek bir amacı olan, müşterek dikkat tarafından yapılandırılan ve her biri aynı zamanda kendi bireysel rolüne ve bakış açısına sahip olan iki kişiden oluşur. Buna çift seviyeli yapı denebilir: Eşzamanlı paylaşım ve bireysellik.”

Eş zamanlı paylaşım ve bireysellikle beraber bir önemli boyut daha var insanın farkını açıklamaya yarayacak, o da “eşzamanlı paylaşım”ın maksada ulaşılmasından sonra da devamlılığıdır. İnsan dışında eşzamanlı olarak müşterek dikkat ve müşterek yönelimsellik (evrim düşünürlerin sevdiği örnekle ortak avlanmada) sergileyebilen birçok canlı varsa da bunu hedefe ulaştıktan sonra (avı eşit ya da tatmin edici biçimde paylaşma biçimiyle) sürdürebilen bildiğimiz başka bir canlı türü yoktur. Ortak eylemliliği bilinen canlılar hedefe ulaştıktan (avı yakaladıktan) sonra her birey kendi azamisini sağlama peşine düşer. İki maymun tek muzu bölüşmez, ya da bir maymun muzun yarısını diğer bir maymun için ayırmaz; mübadele kapıları kapalıdır. Oysa insan yavrusu daha iki-üç yaşlarında “eşit bölüşme”ye yatkınlığını güçlü biçimde sergiler. Şempanzelerde ya da kurtlarda “av” orada bulunanlar arasında ve kim ne kaparsa biçiminde paylaşılır, hiçbir şempanze ya da kurt orada olmayan bir “ortak” için pay ayırmaz. İnsan ortak failliğinin en önemli yönü bu dayanışmadır; eşzamanlı paylaşım ve bireysellik hem üretim (yiyecek bulma, av yakalama vs) ve hem tüketim süreçlerinde devam eder. Elbette memelilerin çoğunda ve kuşlarda yavru beslemeye yönelik özgecilik, türün bir diğer bireyini gözetmeye, onu düşünmeye ve ona yiyecek ayırmaya yönelik bir eylem gibi görünür; ancak yavru beslemeyle sınırlı kalır bu eylem ve “yetişkin sosyalliği” içinde gözlenmez. Biyolojik temelinin “oksitosin” hormonu olduğu düşünülen bu özgecilik biçiminde okun yönü tektir, “karşılıklılık” (mutualizm, mütekabiliyet) yoktur; yavrular (ne küçükken ne büyüyünce) ebeveyni beslemeyeceği gibi yetişkinler birbirini beslemeyecektir. Mütekabiliyet ahlaki yükümlülük ve etik sorumluluk geliştiren bir ilişki biçimidir. Başka bir bireye tüketimi için pay ayırma hem bir sorumluluk kipi içeren hem de tüketim etiğinin ya da adaletinin yanı sıra henüz bir mübadele değilse dile mübadele kapılarını açan türe özgü bir temel davranış, bir yatkınlıktır.

Yine Tomasello: “ … (Çünkü) dünyayı diğer bir insanla birlikte anlamak ve bunu kendi bakış açısını koruyarak yapmak yeni bir tür fail ve yeni beceriler yaratmıştır.” Bu güncel çalışmalar bir anlamda anarşist düşünür Kropotkin’in döneminin “doğa” kavrayışına uygun biçimde “doğada sadece rekabet/çatışma yok dayanışma da var” sözündeki “dayanışma”nın, sadece düşünürün fikriyatını dillendirmek için kullandığı soyut bir etik ya da politik terim değil, insanın biyolojik ve kültürel evriminin motoru rolünü oynayan gerçek ve tarihsel bir terim olduğunu ortaya koyar. Elbette “Tomasello Kropotkin’i doğruluyor” demiyorum, çünkü geçen yüz yıl içinde “doğa” denilince anlaşılan şey kökten değişti, artık doğanın birtakım fikirleri kanıtlayacak ya da çürütecek bir delil bankası gibi ele alınması doğal olarak terk edildi, insanın hem kendisi hem doğa ya da kainattaki yeri ayrıcalıklı olmaktan büsbütün çıktı. Kropotkin’in biraz romantik, biraz edebi ve tamamen politik sebeplerle öne çıkardığı dayanışmanın, insan evriminde rol alan kritik bir özellik nedeniyle bugünlerde (bambaşka biçimde de olsa) yeniden öne çıktığını, yani antropolojik bir boyut taşıdığını ifade ediyorum sadece; bir biriciklik kanıtı değil ama tanımlayıcı bir fark işareti.

Toparlarsak, siyasal eylem tek tek bireyler tarafından eylense bile daima ortak maksatlılığa dayalı, sonuçları belli bir etik ya da adalet fikriyatı ile “paylaşma”ya götüren yani sonuçları itibarıyla da müşterekliği içeren ve gözeten eylemdir. Tek bireyin eylemi bile daima tek olmaktan çıkmayı hedefleyerek eylemde zaten kayıtlı olan müşterekliği güçlendirmeyi arzular.

Barış Talebi ve 1 Mart 2003 Irak Tezkeresine Karşı Eylemler

Şimdi siyaset, şiddet, barış, savaş terimlerine ve aralarındaki bağlara dönebiliriz, son bir notla, bu yazıda “şiddeti yöntem olarak içermeyen” siyasal eylemler esas alınıyor, böyledir diye “siyasal şiddet”in kategorik olarak dışlandığı ya da siyaset-şiddet terimlerinin birbirini dışladığı fikrine sarıldığımın düşünülmesini istemem:

10 Ekim 2015’te saldırıya uğrayanlar savaşa karşı barış talebiyle bir araya gelmişti. Maksat, hem taleplerini dile getirmek hem de taleplerine katılımı artırmak yani meydanda olmayan yurttaşlara seslenmek, özcesi siyasal etkiye yol açmaktı. Tek siyasal partinin ya da anlayışın hakim olduğu bir grup değildi, DİSK ve KESK gibi emek örgütleri, HDP ve CHP gibi partilere mensup kişiler, TTB, TMMOB gibi meslek kuruluşları, hiçbir örgüte mensup olmayan yurttaşlardan oluşan geniş bir kümeydi. Türkiye’nin Suriye’deki savaşa (daha fazla) dahil/müdahil olmasını sağlayacak tezkereye karşı 2015 yazında oluşan “Barış Bloku”nun eylemlerinden biriydi.

Türkiye’de benzer bir maksatla, Irak savaşına katılmayı getirecek tezkerenin TBMM’de görüşüleceği 1 Mart 2003’te de büyük bir miting yapılıyordu ve sonuç: Parlamentoda (Irak’a saldıracak ABD askerlerinin Türkiye’ye konuşlanmasını kabul eden) tezkere reddedildi. İktidarda yine AK Parti tek başına vardı, eylemciler yine tek bir siyasal anlayışa mensup değildi. Eylem o zaman maksadına ulaşmış, parlamenterlerin aynı maksadı paylaşması mümkün olmuştu; barışa yönelik “ortak maksat” savaş arzulayan “ortak maksat”a galebe çalmıştı.

Kötü şöhretli Alman teorisyen Schmitt’in siyasal olanı “düşmanı tayin etme” olarak tanımlaması, rekabetten çatışmaya uyuşmazlıklarda şiddetin uygun bir enstrüman olarak konumlandırılmasını benimseyen bir anlayışın ürünü olarak, Clausewitz’in siyaset-savaş sürekliliğine eklemlenir; siyaset düşmana karar veren olduğunda, savaşa da karar veren olacaktır. Oysa “karar verici” konumda olmayan ama siyaseten istemediği bir sonuca karşı mücadele edenlerin belirleyici olduğu bir andı 1 Ekim 2003 günü. Elbet Schmittçi kavrayışa göre o karar yine bir “egemen kararı” niteliğindedir, doğru, lakin onun hiç ilgilenmediği egemenliğe tabi unsurların nihai kararda etki üretebilmiş olması göz ardı edilebilecek bir şey değildir.

Savaş Teorisi, Barış İdeali

Clausewitz ünlü aforizmasıyla bir yandan siyasal aktörlerin “savaş” potansiyeline sahip olduğu bir dünyayı tasvir eder öte yandan bu potansiyele sahip olmayanların politik alandan dışlandığını ima eder. Savaş tanımı bunu daha açık gösterir: “… hasmı irademizi yerine getirmeye zorlayan bir şiddet eylemi.” Bu savaş bilgini için “savaş gücü olmayan”ın politik gücü de olmayacaktır. Foucault, savaş teorisyeninin sözünü tersine çevirerek ele almamız gerektiğini söylediğinde, yine siyaset-savaş ilişkisini bir devamlılık, süreklilik ilişkisi olarak kurar. Tersine çevrilmiş önerme (siyasetin, savaşın bir devamı olduğu) liberal sözleşmeci fikirleri dışlama erdemine sahipse de siyasal iktidarın kadiri mutlak bir gizemli fail olarak ele alınmasına yol açma riski taşır. İki bakış açısından da “savaş karşıtlığı”nın veya “barış talebi”nin fazla kıymeti harbiyesi yoktur; savaş karşıtları savaşa karar verenler değilse, barış isteyenler savaşa karar verenler değilse başarı şansları pek olmayacaktır.

Gerçekten Irak Savaşı sırasında çok az yerde “savaş karşıtı” eylemler başarı elde edebilmişti, büyük yürüyüşlerin yapıldığı Avrupa ülkelerinden çoğu ve ABD’nin kendisi “savaş kararı”nı pek zorlanmadan alabilmişti. (Belki tek istisna savaşa katılma kararı aldıktan sonra ülke için şiddet saldırılarının tetiklediği büyük gösteriler eşliğinde iktidarın değiştiği İspanya idi.) Çünkü savaş, faili, teorisi ve pratiği olan bir meseleyken barış ancak arzusu ve mücadelesi olan bir ideal görünümündedir; savaş gücü sahipleri için barış çoğu zaman bir retorik öğedir, hatta doğrudan savaş girişimine “barış harekâtı” adı verilmesi nadirattan değildir.

Vietnam Savaşı Amerikan Tarzı Amerikan Karıştı Eylemlilik

Peki 1 Ekim’de Türkiye’de “başarı”yı mümkün kılan şey neydi? Parlamentoda hakim bir parti varken, “milli çıkar” gibi milliyetçi-muhafazakar toplumsal çoğunluğu cezbetme argümanıyla etki üretme potansiyeli yüksekken, sermaye ve bağlı medya savaşı barıştan daha çok talep ediyorken, nasıl “barış” sonucu çıkabildi?

Burada benzer tarihsel eylemlere bakmamız işe yarayabilir:

Savaşa karşı eylemler tarihinin belki en önemlisi Vietnam savaşına karşı eylemler serisidir. Başta (savaşa 1963’te resmen katılan) ABD’nin içinde olmak üzere dijital çağdan önce hızla küreselleşen bu eylemler “savaş kararcıları” dışındaki aktörlerin politik girişimlerinin belki de en ünlüsü ve dirayetlisidir. Amerika’da 1966’dan itibaren Washington, New York, Berkeley ve Kaliforniya gibi büyük ya da politik olarak önemli birçok kentte savaş karşıtı eylemler yürütüldü. Nisan 1967’de New York’ta 300 bin kişi yürümüştü; süreç 1968 eylemlerini hem tetiklemiş hem de 68 eylemleri savaş karşıtı eylemliliği katalize etmişti.

Aynı günlerde siyahların hak mücadelesi yükseliyordu; 1965’te Malcolm X’in ve 1968’de Martin Luther King’in öldürülmesi, savaş karşıtlığıyla ırkçılık karşıtlığını buluşturmuş, sendikalar, üniversiteler, sivil toplum yapıları, ünlü-ünsüz yüzbinler sokaklara dökülür olmuştu. Artık 1970’lere gelindiği ABD’de “savaş karşıtları”nın nüfusun yüzde 60’ını aştığı ölçülüyordu, 1971’de milyonlara veren kişinin katıldığı mitingler yapılıyordu. “Bireysel eylem”ler de yaygınlaşmıştı, ordudan firarlar, orduya katılmayı ilanen reddedenler (En ünlüsü boksör Muhammet Ali olan) artıyordu. Nihayet ABD 27 Ocak 1973’te (Vietnam Demokratik Cumhuriyeti ile imzalanan anlaşmayla) savaştan çekildi.

Eylemcinin Şiddete Açılması

Bu eylemler “başarılı” sayılmayabilir, neticede ABD savaşta on yıl kalmıştı, yani savaş karşıtı eylemlerin başladığı 1966’dan sonra yedi yıl daha “savaş iradesi” barış arzusuna üstün kalmıştı. Fakat savaş bittiğinde hem Amerikan ve dünya kamuoylarında güçlü bir savaş karşıtı eğilim yerleşmişti. Dahası “politik eylem”in anlam ve niteliğinin genişletildiği, yeni araç ve yöntemlerin geliştirildiği bir dönem olmuştu bu; savaş karşıtlığı artık marjinal sayılan kesimlerin naif bir arzusu, iki kutuplu dünyada bir tarafın önce çıkardığı retorik bir ifade değil, güçlü bir politik başlık haline gelmişti.

“Batı demokrasi”sinin bu şampiyon ülkesindeki Malkom X ve Martin Luther King cinayetleri politik eylemlerin en önemli özelliklerinden birini anlamamıza yarar: Politik eylemci şiddete açıktır, bilerek açılır. Çünkü politik eylem tam da şiddetin sistemik biçimde oluştuğu ve içinde kimi zaman açık kimi zaman gizlice yerleşik durduğu, adeta (Zizek’i takip ederek) nesnel hale geldiği bir durumun değişmesine yönelik eylem olarak belirir. Politik eylemci duruma karşı itirazını ortaya koyduğunda bu hazır ve nesnel şiddeti tahrik eder. Eylemciye göre etik ve adil olmayan bir durum vardır, karşısına dikildiğine göre normal, doğal, eskiden beri olması gerektiği gibi olan bir durum vardır; bu “normal”i kuran ve koruyan şiddet hep tetiktedir.

Irkçılık veya savaş karşıtı “durum”a ya da savaşa karar vericilere karşı yeni “müşterek faillikler” oluşturur. Bu failler ister vicdani ret gibi tekil ister yürüyüş/gösteri gibi çoğul olsun duruma ya da savaş kararcılarına karşı “savaş” gücüne sahip değillerdir, buna rağmen savaş gücüne ya da iradesine sahip gücün karşısına çıkarlar. Görünür olurlar.

“Gösteri”ciler az olanın eylemi olduğu sürece haklı ve adil olanı göstermekle yetinmez, aynı zamanda haklı ve adil olana katılma talep ederler. Elbette ilk görünmeleri daha önceki de var olan bir “ben”in ya da “biz”in gösterisidir, ancak etik ve adil olana yaslanan bu ben/biz büyümeyi de hedefler, çoğu zaman şiddete uğramalarının sebebi budur.

Gelecekteki Halk ve Hrant Dink Cinayeti

Az olanın, zayıf olanın, itiraz ettiği karara ya da duruma nüfuz etme imkânı olmayanın eylemi, biraz Paul Klee’nin sanat için söylediği sözün özelliklerini taşır: “Sanat eksik olan bir halkı beklemektir. Henüz eksik olan bir halkı bekleyen, çağıran şeydir sanat.”

Ne sanat siyasettir ne de siyaset sanattır, fakat az olanın, eksik olanın, zayıf olanın siyaseti durumu ya da kararı değiştirecek bir çokluğa ulaşmayı da arzular, siyasal eyleme eşlik eden ifadeler çoğu zaman bunu gösterecektir.

Türkiye’de Gezi eylemlerinden önce görülen en büyük itiraz eylemleri, Hrant Dink’in katlinin ardından yapılmıştı ve bu eylemlerdeki en akılda kalıcı şey “Hepimiz Hrant’ız hepimiz Ermeni’yiz” sloganıydı. Ne kimse Hrant olabilirdi elbette ne de (çok çok az kişi dışında) kimse Ermeni’ydi; fakat slogan eksik olanı tamamlama, azı çoğaltma, zayıfı güçlendirme arzu ve maksadını dillendiriyordu; cinayeti mümkün kılan ortam ve halk yerine cinayetleri imkân dışı bırakan yeni bir ortam ve “halk”ı davet ediyordu.

Aynı zamanda bir yas sözüydü bu, bütün yas işlemleri gibi gidenin yol açtığı boşluğu ve elemi, kalanların birbirine yönelik söz ve eylemleriyle doldurma ve hafifletme amacını güdüyordu. Yas psişik alemde benzersiz biçimde işler. Kimse gidenin yerini doldurabilecek değildir, fakat üretimde, dolaşımda, tüketimde kayıtlı olan ortak maksatlılık burada da elemi azaltacak müşterek eylemleri getirir. Arkeolojik bulgular insan varlığının hayli erken zamanlarında yas eylemlerinin ayrıntılı ritüellerle dönüştüğünü gösterir. Kayıp politik sebeple oluşmuşsa ya da politik içerimlere sahipse yas da politik olacaktır. Gidenin bıraktığı boşluk bir yaradır, elem o yaradan neşet eder; kalanların gidenin açtığı yarayla baş etmesi, yarayı görmesi, tanıması ve elemi paylaşması, en azından saygı göstermesiyle mümkün olur.

Şiddet yaralar fakat şiddet karşıtı eylem yeni yaralanmalar tehlikesini göze alır. O halde bir eylem, eski yaraların sızısıyla, yeni yaralara açıklığıyla şiddetin yerini, konumunu ve kullanım biçimlerini değiştirmek, dönüştürmek ister: Yaralayıcı şiddetin durdurulmasını, olmadı kurallara bağlanmasını giderek yok olmasını arzular eylemci. Yara sadece acı vermez, küstürür, korkutur, ürkütür, eyleme kapasitesini tahrip eder; eyleme kapasitesinin şiddetle tahribi siyasal imkanların tahribidir ve küskünlüğün imalatı faaliyetidir. Yaralayana itiraz, korkuya rağmen, ürkütücü sonuçlara rağmen kendi içine kapanıp eziyeti içselleştirmek yerine yaraları sarmayı hedefler. Hrant Dink yürüyüş ve gösterileri kıyıcı politik şiddete karşı onarıcı ve adil olanı talep eden politik eylemlerdi.

Cinayete yol açan hazır ve sistemikleşmiş, nesnel şiddete bu karşı duruş, ne bir adil yargılama getirebildi ne de şiddetin etik dışı ve adil olmayan kullanımını durdurabildi, fakat Vietnam savaşına karşı eylemliliklerin yol açtığı gibi bir itiraz ve isyan potansiyelini hem sergiledi hem de güçlendirdi. Gezi eylemleri ve Berkin Elvan cinayetine karşı eylemler de benzerdi.

Bu bahse Klee ile başladık, onunla bağlayalım: “Henüz nihai güçten yoksunuz, çünkü: Halk bizimle değil. Ancak bir halk arıyoruz.”

Eyleme Yönelen Şiddetin Hedefi

Bir eylem doğal olarak daima an içinde olur ve o an aslında bir geçmişi ve bir geleceği olan andan çok geçmişle geleceği de aynı anda içeren bir andır. Bir geçmişten bir geleceği giden düz çizgili bir dizide bağımsız bir an olsaydı, geçmiş daima aynı kalırdı. Oysa eylem gerçekte gerçekleşme anında, uzun bir süre olabilen o an içinde geçmişi de tamamen yeniler/değiştirir; çünkü geleceğin bilinemezliği gibi geçmiş de aslında bilinemezdir. Barışçıl eylemlere yönelik şiddet, “böyle gelmiş böyle gider” şiddetidir; ancak “böyle gelmiş”in “böyle gitmez” itirazıyla karşılaştığı anda artık “böyle gelmiş” dizisi darbe almıştır, barışçıl eylemlere yönelik şiddet bu darbeyi savuşturmayı amaçlar.


İşte 10 Ekim barış yürüyüşü ve mitingine yönelik saldırı, “böyle gelmiş böyle gider”e karşı 1 Ekim 2003 yürüyüşünde sonuç alabilmiş dönüştürücü müdahalenin savuşturulması saldırısıydı; saldırının mantığı Malcom X ve Martin Luther King cinayetlerindeki mantığı takip ediyordu:

Böyle gelmişse de böyle gitmez diyenin hazır, meşru ve doğal zehabını yaratmış şiddetin kurduğu nizam ve yol açtığı sonuçlara karşı etkisini ortadan kaldırma arzusuna, yani geçmişi ve geleceği değiştirme potansiyelini aktüalize edenleri ve eylemlerini etkisizleştirme saldırısıydı. Ondan kısa bir süre önce 20 Temmuz 2015’te Suruç’ta (Sınırın öte yanındaki Kobane ile dayanışmak amacıyla) bir araya gelen çoğu sosyalist gençlere yönelik saldırı da aynı mantığı takip ediyordu; “eksik bir halk”ı oluşturmak üzere birbirine uzak olanların birbirine yaklaşmasına karşı bir saldırıydı o da, adlı adınca söylersek sosyalistlerin Kürtlerle dayanışmasıydı hedef.

Buazizi: Eylemcinin Kendisine Yönelttiği Şiddet

İtiraz ve talep içeren ya da salt isyan görünümünde olan eylemlerin ve onları güçlendiren dayanışmaların hedef haline getirilmesi, bu tür eylemlerin geçmişteki başarılarıyla, yani şiddet tekelini elinde tutan gücün hafızasıyla da bağlantılıdır; üstelik bu hafıza sadece politik olarak hükmedilen teritorya ile sınırlı değildir. Türkiye’de gezi eylemleri sırasında seferber edilen şiddet, hem Türkiye içindeki bir hafızaya dayanıyordu elbette ama hem de daha birkaç yıl önce Kuzey Afrika ve Ortadoğu’yu sarsan “Arap Baharı” eylemlerinin bilgisiyle hareket ediyordu.

Tunus’ta 17 Aralık 2010’da Muhammed Buazizi isimli bir işportacı kendisini yaktı, 4 Ocak 2011’de öldü. Bir protesto eylemiydi. Bir intihar.

Buazizi’nin eylemi, bütün eylemler gibi kendisini şiddete açıyordu ama diğerlerinden farklı olarak şiddeti kendisi kendisine yöneltmişti. Kendini yakma, yatkın tarihte (Schmitt’in ‘evrensel partizan’ının neredeyse kürsü örneği gibi çalışan örgüt olarak) İŞİD’in birçok cinayetinde şahit olduğumuz “başkasını yakma”dan farklı olarak, hazır, nesnel şiddetin aşılmaz gücüne karşı, o şiddetin ve gücün yol açacağı sonucu erkenden ve kendi bedeni üzerinde ortaya koyma eylemidir. Son çeyrek yüzyılda sıkça müşahede ettiğimiz hedefi kendisiyle beraber “düşmanı” da tamamen yok etmek olan “intihar eylemlerinden” farklı olarak, kendisine yönelen şiddeti hedefsiz, konusuz bırakır. Böylece onu görünür kılar: Buazizi içine kilitlendiği yoksulluk çemberini oluşturan ve koruyan şiddeti kendi ölümüyle görünür kılmış, işaret etmişti, bunların hiçbirini düşünmeden muhtemelen. Yani kendi yazgısını seçerken, şiddetin düzeni açısından “yazılanın” çemberini kırmıştı ki bu bakımdan Georges Sorel ve Walter Benjamin hattında tanımlanan “ilahi şiddet”i sergilemiş gibiydi. Buazizi ister bizzat çembere kilitlenmiş olsun ister dışında dursun milyonlarca kişinin o çemberi oluşturan şiddet mekanizmasına ve onun sahiplerine isyanını tetikledi. Peşinden gelen “eylemler dalgası” ilk olarak Tunus cumhurbaşkanı Zeynel Abidin Bin Ali’yi devirdi, ardından Hüsnü Mübarek ve Muammer Kaddafi dalganın alıp götürdüğü siyasetçiler arasına katıldı. Buazizi’nin bu sonuçları düşünmesi, öngörmesi çok büyük ihtimalle söz konusu değildi, bu anlamıyla maksatlı bir politik eylem değildi; fakat tetiklediği eylemler doğal olarak politikti.

Türkiye’de, Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi’nde dört kişi, Ferhat Kurtay, Eşref Anyık, Mahmut Zengin ve Necmi Öner 17 Mayıs 1982 yılında kendilerini yaktı. Cezaevinde işkencenin durdurulması talebiye yapılmış bir eylemdi. Buazizi’den farklı olarak bu eylemciler yaptıklarının bilincindeydiler, kamusallaşması çok sonraya kalan bu eylem de kendilerine yönelen şiddeti konusuz bırakan bir eylemdir. “Dörtlerin Gecesi” olarak epikleştirilen eylem, Buazizi örneğinden (hem eylemci açısından hem de tetiklediği hızla toplumsallaşan eylemler açısından) farklı olarak bir örgütün (PKK) toplumsallaşma stratejilerinde ciddi bir rol oynadı.

Eylemcinin Yönelen Şiddeti Kabul Etmesi

Eylemcinin şiddeti kendisine yönelttiği şiddet bahsine devam etmeden önce, dışardan kendisine yönelmiş şiddetin açık sonuçlarına rağmen eylemekten vazgeçmeyenlerin eylemlerini ele almak yararlı olur. Tarihte birçok bireysel ya da toplu “isyan” yani “kazanma şansı hiç olmayan” ve eylemcilerin bunu bildiği eylemlilikler vardır.

Kerbela’da İmam Hüseyin, biat etmesi halinde çatışmanın biteceği teklifine verdiği ünlü cevapla ölümünü getirecek şiddeti kabullenmiştir: “Can için yalvarmam sana.” Şiddetin bu şekilde kabulü öldürülmenin anlamını kökten değiştirir: Buazizi örneğindeki gibi o da karşısında durduğu şiddeti görünür kılar; öldürülmenin basit bir katl fiilinden fazlası, tamamen zalimane bir cinayet olarak damgalanmasını getirir. İlke uğruna ölümün birçok durumda (Kerbela örneğinde neredeyse tarih aşırı biçimde) etkileyici sonuçlara yol açması bu yüzdendir. Burada, bizzat sözün kendisi, öldürülmenin anlamını kökten değiştiren bir eylem niteliğindedir. Bilinen, mukadder sonu değiştirme ihtimali olmayan bu sözler, ölüm anından itibaren geçmişi ve geleceği değiştiren birer eylem niteliği taşır, etkisi failleri çok aşan bir olaya dönüşür. Şehit kültlerinin tamamı bu özelliğe yaslanarak oluşur/oluşturulur.

Seyit Rıza ya da Deniz Gezmiş’in darağacının altındaki sözleri de kendilerine yönelen şiddete karşı birer eylem niteliğindedir ve birer eylem olarak hem o anın hem geçmişin hem de geleceğin anlamını değiştirirler.

Eylemcinin Şiddeti: Grev ve Açlık Grevi
Eylemcinin şiddetinin tartışıldığı iki bilinen eylem biçimi daha vardır: Grev ve açlık grevi/ölüm orucu. Grev devletin “şiddet tekeli”nin tek meşru/yasal istisnasıdır Benjamin’e göre, fakat grevi ile “genel grev” arasında bir fark görür; grevi şiddet tekelinin bir parçası ya da istisnası olarak işçilere tanıyan devlet, genel grevi ise kabulü imkânsız bir eylem olarak görecek, hukuk dışı alana itecektir. Yasal alan, hukuk alanı zaten şiddet tekeline dahil, onun bir parçası olan alandır. Bu teorik meselelerden tamamen azade biçimde bugün hem Türkiye için hem de dünyayı saran otokratik eğilimlerin bir sonucu olarak grevlerin ve grevleri mümkün kılan işçi örgütlenmelerinin ciddi biçimde geriletildiğini, bırakın genel grevi en sıradan grevlerin bile sık sık yasa dışı ilan edildiğini gözlüyoruz. Böylece hukukilik kazanmış, tanımlı ve meşru eylem biçimlerinin en önemlilerinden birinin tasfiyesine şahit oluyoruz.

Mesele sadece genel grevin “hukuk dışı” ilan edilmesini hayli aşmış durumda, Gezi eylemleri sırasında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan şöyle diyecekti: “Hukuk dışı eylem yapma, yoldan geçenlere zarar verme hakkı yoktur.” Hukuk dışı ilanını güvenle söyleten şey, “yoldan geçenlere zarar verme” argümanıydı. Grevler dahil Türkiye’de birçok eylemde “eylemci olmayanların durumu/haklarına” atfen kullanılan bu argüman, eylemcileri şiddet tekelinin yol açtığı imkanlarla tehdit ederken, “yoldan geçenler”in eylemci “biz”e katılımını engelleyecek sınırı da çizmiş olur. Böylece anayasal “barışçıl gösteri, yürüyüş ve eylem” hakkı pratikte tamamen imkansızlaştırılır.

Eylem-şiddet ilişkisindeki bu asimetrik görünüm ve sık sık ters çevrilen ilişkinin en iyi kavranacağı yerlerden biri de açlık grevleridir. Türkiye’de 12 Eylül’den başlayarak Ebru Timtik’in ölümüne kadar giden bir dizi açlık eylemi yapıldı, yapılıyor. Aynı dönemlerde Boby Sands’ın öldüğü açlık grevleri için Margaret Thatcher, “Bu suçtur” demişti. Türkiye’de 12 Eylül sonrasında “sosyal demokrat sol”u toplama umuduyla siyasete atılan merhum Erdal İnönü de açlık grevini “şiddet eylemi” olarak tanımlamıştı. Haklıydı: Açlık grevi şiddet eylemidir. Fakat yanıldığı yer şurasıydı: Açlık grevindeki şiddet, eylemcinin kendi bedenine yönelttiği şiddettir. Eylemdeki suç, İngiliz neo-liberalizminin “demir leydi”sinin zannettiği gibi eylemcilerin değil, sonradan İrlanda barışını imzalayan, yani politik çözümü bulan haleflerinin fiilen dünya aleme ilan ettiği gibi Britanya egemenlik aklının suçuydu; Türkiye’deki şiddet de yerli ve milli egemenlik aklının şiddetiydi.

Gülten Akın’ın (alınlıkta açılış dizelerini kullandığım) “42 Gün” kitabı, 1984’te Mamak Cezaevi’ndeki açlık grevi sırasında hem eylemcilerin karşısına dikildiği şiddeti hem de kendi bedenlerine yönelttiği şiddeti kavramaya yarayacak edebi ve politik bir tutanak niteliğindedir; (dahası kitabın kendisi şiddetin asli failini, medya boyutu da dahil olmak üzere teşhir eden doğrudan poetik/politik bir eylem/olaydır.)

İki Şiddet: Sorel, Benjamin

Peki o da şiddet bu da şiddet ise ikisi arasındaki ayrımı nasıl koruyacağız? Fark sadece tarafların farklı olmasında mı?

“Barış eylemi” barışı bozan şiddetin ortadan kaldırılmasını amaçlayan ve kalkmadığı halde (her zaman pratikte olmasa bile teorik olarak) çatışmayı davet eden bir eylemdir; yani yürürlükteki şiddete kendisini açarken onu dönüştürmeyi de hedefler. Dönüştürme için dönüşmesini istediği failin gücüne denk ya da onu etkilemeye yetecek bir boyuta ulaşması gerekir, “eksik halkın tamamlanması” ya da “beklenmesi”nin anlamı budur. Benjamin’in iktidara atfettiği “mitik şiddet”e karşı adalet idesiyle bağlantılı “ilahi şiddet” ayrımı gibidir bu.

Eylemdeki şiddet, karşı çıktığı, itiraz ettiği, dönüştürmek istediği şiddeti yankılayarak onun üzerine yürür. Adaletle zulmet karşı karşıya gelir. İki ordunun birbiri üzerine yürümesi değildir bu; eylemcinin “ben”i ya da “biz”i maksatlı biçimde yürürken “ordular”ın gerçekte ne bir “ben”i ne de bir “biz”i vardır; onlar kendilerini sevk ve idare eden “ben” ya da “biz”in uzantılarıdır, ordu eylemlerinin ne ahlaki yüklemleri vardır ne de etik boyutları. Orduda bireysellik askıdadır; evet hareketi vardır ama politik eylem anlamında bir eylemleri yoktur; o yüzden ordular “harekât” yaparlar.

Eylem bir ben, bir biz içerir; katılımcıların benlikleri, bireysellikleri eylemin müşterek “biz”ine dahil olmuştur tabii lakin kendi varlığını da kaybetmemiştir, askıda değildir. Modern ulus devletlerin bu eylemlerden çoğu zaman etkilenmemesinin temel nedeni de budur: Silah tekeli sahibi olarak devletler hak-hukuk-adalet temelli eylemlilik içindeki kişi ve gruplar arasında şiddetin tayin ettiği “devlet lehine” keskin bir asimetri vardır; “mitik şiddet” güncel ilişkide hemen hemen daima “ilahi şiddet”i geriletir ya da durdurur. Bu asimetri çoğu zaman mevcut silah tekeline dahil kurum ve kuruluşların kullanılmasıyla zaten bariz biçimde görünür: İşte her tür işçi eylemleri, grevler, ekolojik eylemler, hak yürüyüşleri… neredeyse anında karşısında bu güçleri bulur: Zabıta, jandarma, polis ve giderek ordu…

Bunların kullanımının yeterli olmayacağı ya da meşru görünmeyeceği, kabul edilmesinin zor olduğu durumlarda ise bu kez “paramiliter” kapasite devreye girer; Suruç ve Gar katliamları bunun iki ardışık örneğidir.

Eylemin Değersizleşmesi

Son olarak, eylemin ve eylemcinin güncel olarak değersizleşmesine ilişkin görünümlerine değinerek bağlayalım meseleyi:

Eyleme olduğu gibi “eylemci”ye bakış da sürekli değişir. Son yıllarda iletişim ve bilişim teknolojilerindeki dönüşümün etkisiyle “sayılar”ın bile eylem ya da eylemci yerine geçmeye başladığını görüyoruz. 2019’da 20–27 Eylül tarihleri arasında Küresel İklim Grevi adıyla bir küresel “eylem” düzenlendi. Söylendiğine göre bir haftada 7.6 milyondan fazla insan katılmıştı. “Şiddet” içermeyen ya da en fazla şiddeti kendisine yönelten eylemler listesine eklenebilecek bu “eylem” ne başarılı ne de başarısız sayılabilir, çünkü aslında bu bir eylem olmaktan çok eylemin gösterisidir, bir tür simulakrumdur.

Birçok “eylem” adalet nöbeti gibi, etki umudu çok zayıflayan törenselliklere hapsolmuş durumda. Şiddetsiz eylemliliğin “aktivizm” olarak tanımlanışı da nispeten yeni bir mesele, aktivist hem bir politik figür, hem bir etik karakter olarak görünür ancak aynı karakter bir sektörel personel ya da kişisel performans girişimcisi yönleriyle de belirir. Bütün bu görünümlere yol açan şey aktivistin gerçekte değersizliği değil, peşine düştüğü ya da uğruna mücadele ettiği değerlerin bireysellikle ulaşılmaz olmasıdır. Daha açık bir ifadeyle müşterek eksikliğidir. Uzun yıllardır “barış” talepli eylemliliğin küresel olarak sönümlenmesi, savaş karşıtlığının politikacıların retorik savurmalarını saymazsak kamusal alanda görünmez hale gelmesi yine bu müşterek eksilişiyle bağlantılı. Sanki, örgütselliği yani faillik kapasitesi zayıflamış/zayıflatılmış toplumsallık durumlarında mücadeleler mücadele edeni ya hayal kırıklığına uğratıyor ya arzulamadığı yerlere savuruyor. Keza birçok eziyete maruz kalan vicdani retçi azınlığın başına getirilenlerin artık haber değeri bile taşımaması, müşterek yitiminin bir başka görünümü. Bu müşterek eksikliği ya da kaybı elbette “kendiliğinden” oluvermiş bir şey değil, Gar (ya da Suruç) katliamında işe koşulan planlı, yöntemli şiddetin yol açtığı sonuçlardan biri.

Öte yandan yeni mücadele başlıkları ve faillikleri de gelişiyor: Vejeteryan ve vegan hareketler, hayvan haklarının türcülük karşıtı güçlü söylemler eşliğinde yükselen savunusu, LGBTİ+ mücadelesinin cinsiyet, sınıf, ekoloji ve azlıklar sorunlarının tamamını kesen ve egemen şiddeti güçlü biçimde kışkırtan mücadelesi… Belki de gözlenen “müşterek” yitimine yanmaktansa köklerle yaprakların birlikte savrulduğu bir geçiş dönemindeki müşterek arayışlarına (ortak) dikkati yöneltmek daha yerinde olacak.


NOT

İlk olarak burada yayınlandı:

https://medium.com/@10ekimlegal/eylem-5b6b6cec99db 

Press enter or click to view image in full size

Kaynakça

  1. Carl von Clausewitz, Savaş Üzerine, Çeviri: Şiar Yalçın. MAY Yayınları 1975.
  2. Carl Schmitt, Siyasal Kavramı, Çeviri: Ece Göztepe, Metis Yayınları 2006.
  3. Partizan Teorisi, Çeviri: Sibel Bekiroğlu, Nika 2019
  4. Parlamenter Demokrasinin Krizi, A. Emre Zeybekoğlu, Dost Kitabevi 2024.
  5. Georges Sorel, Şiddet Üzerine Düşünceler, Çeviri: Anahid Hazaryan, Telemak 2021.
  6. Gülten Akın, 42 Gün, Alan Yayıncılık 1985.
  7. Michael Tomasello, İnsan Düşünüşünün Doğal Tarihi, Çeviri: Orhan Düz, Yapı Kredi Yayınları, 2024.
  8. İnsan Ahlakının Doğal Tarihi, Çeviri: Aylin Onacak, Koç Üniversitesi Yayınları 2018.
  9. İnsan İletişiminin Kökenleri, Çeviri: Gürol Koca, Metis Yayınları 2019.
  10. Neden Ortaklıklar Kurarız, Çeviri: Bahar Tunçgenç, Alfa Yayınları 2014.
  11. Eylemliliğin Evrimi, Çeviri: Utku Umut Bulsun, Optimist Kitap 2024.
  12. Michel Foucault, Toplumu Savunmak Gerekir, Çeviri: Şehsuvar Aktaş, YKY 2002.
  13. Paul Klee, Modern Sanat Üzerine, Çeviri: Rahmi G. Öğdül, Altıkırkbeş 1995.
  14. P. A. Kropotkin, Etika/Ahlakın Kaynağı ve Açılması, Çeviri: Ahmet Ağaoğlu, Vakit 1935.
  15. Slavoj Zizek, Şiddet, Çeviri: Ahmet Ergenç, Encore 2018.
  16. Walter Benjamin, Şiddetin Eleştirisi Üzerine, Çeviri: Ece Göztepe; Aykut Çelebi’nin sunduğu aynı adlı derleme kitabın içinde, Metis 2010.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Narin Güran vakası 1:Kuzuların sessizliği, kurtların gürültüsü

Narin Güran vakası 3: Enformasyon bombasının atıldığı gün