Âlim, sultan ve emanetçi: Bir Davutoğlu portresi


Bilen kişi. Siyasete bilen olarak girdi. Danışman. Abdullah Gül’ün davetiyle. 2002’den başlayarak (Gül’e ve
Tayyip Erdoğan’a) danışmanlığını, “Büyükelçi” sıfatıyla yürüttü. AK Parti kararnamelerine hayır demeyi siyaset sayan Ahmet Necdet Sezer, ona evet diyecekti.
28 Şubat günlerinde siyasal İslamcılığa savaş açan askeriye, onu ders vermeye çağıracaktı. 1998–2002 arasında Silahlı Kuvvetler Akademisi ve Harp Akademilerinde misafir öğretim üyesiydi. Belki asker onun ev sahibi olduğunu bilmiyordu. Bu da bir tür elçilikti. Sık kullanılan “cami-kışla” karşıtlığının bir retorikten ibaret olduğunu gösteren bir elçilik. Camideki kışlayı ve kışladaki camiyi görmeyenlerin çözmekte zorlanacağı sözde karşıtlık.
Alman liseli, ama “Doğu kültürü”nü ihmal etmemiş. Batı eğitimli ama İslami değerlere sadık. Boğaziçi mezunu, ama çalışmak için tercihi ABD değil, Malezya. Sakallı Celal’i anmalı: “Doğu’ya giden gemide Batı’ya koşan insanlar”la dolu güvertede iradi bir terslik. Batılı gramere razı: Bulunduğu yere takılan “Ortadoğu” adını telaffuzda epistemolojik sakınca görmüyor; ama ekliyor: “Biz merkezdeyiz.” Üç Tarz-ı Siyaset geliyor akla: İslamcılık da, Türkçülük de, Osmanlıcılık da “Batılı”dır aslen.
Bilme arzusu, ders tutkusu
Seviyor bilen olmayı. Ders veren. Ranciere’nin “cahil hoca”sı değil, siyasetin alim hocası. Talebeyi sözleriyle doldurur, siyasal kürsüde de, müderris yanını konuştururken de… Kâh kendi ağzından çıkıyor “ders verme” arzusu, kâh sevenlerinin. “Mısırlılara tarih dersi” verdiriliyor örneğin sevenlerince, ağızlarının payını yani. Öte yandan kendisi de sevenleri de “Mısırlılar” dahil Müslüman dünyaya ders vermeye soyunanları aynı eleştiriyle savuşturuyor: Elitist.
“Cahillerle konuşmak zor…” diyebiliyor ana muhalefet liderine atfen. Cahil gördü mü tanıyor hemen. Karşısında kimi görse talebe sanabilir. Belki bir kişi hariç. Boş görüyor karşısındakini, doldurmak istiyor. Karşısındakine bakmadığı için mi? Gözlükleri, dışarıyı iyi görmek için mi, dışarıdan görünmemek için mi, emin olmak zor. Karşısındakini deler gibi bakan Erdoğan’ın aksine, karşısındakine, kendi içine bakar gibi bakıyor.
Bilgiye hâkim olma arzusu, akademik yeteneklerinin ruhsal motoru. Bilmeyene hâkim olma arzusu siyasal yeteneklerinin. Bilenlerin bilmeyenlere hâkimiyeti, herkesin yerini bileceği bir siyasal sisteme inançla pekişiyor; yerini, demek ki, haddini. Erdoğan’ın çok sevdiği “Haddini bil” nidası, onun ağzından öyle yekten çıkmıyor;  o haddi uzun uzun tarif ediyor.
Kürsüde iki kişi gibi: Akademik nutkunu sürdüren hoca ve siyasal nutkunu çeken devlet adamı. Gözlükleri iki kişiyi birleştiriyor, bakışları ayırsa da. Claude Levy-Strauss bir Fransız politikacısı için söylemişti, mealen: “Gözlüklerinin arkasında kimsenin olmayabileceğini fark ettim.” Davutoğlu’nun gözlüklerinin arkasında ise en az iki kişi fark ediliyor: Âlim ve siyasetçi. Âlim ve emir. Ulema yanı daha güçlü, çünkü emir ül ümera kendisi değil, ümeranın reisliği, hükümdarlık kendisinde değil. Biliyor. Reis, Erdoğan, bu yeri dolduruyor, bu formu karşılıyor. Kendisi bu formun içeriğini tedarik ediyor. Salt tedarikçi değil, içeriğin kendisi biraz. Şişedeki su gibi.

Öykü “ev”den başlıyor
Pek sevip “siyaset felsefecisi” saydığı Osmanlı siyaset kuramcısı Kınalızade Ali Çelebi’ye göre ulema, toplumun suyudur. Hem bireysel öyküsü, hem siyasal öyküsü buna uygun biçimde yeniden şekilleniyor her gün.
Öykü elbette “ev”den başlıyor.
Evde, iyi bir aile babası. Bonus pater familias. Babalık tarzı, Kınalızade’nin Aristo ve İbni Haldun’a yaslanarak işlediği paternalist tasarıma uygun. Babanın hakları ve hane halkının görevlerine uygun olmayan öykü öğeleri giremez biyografisine. “Devlet adamlığı” da Kınalızade’nin ikinci babasına, toplumsal babaya, yani hükümdara uygun. Siyaset, “tedbir”dir ve tedbirin özü, herkesin bulunduğu yerde kalması: Meslekler, görevler bellidir ve bunu değiştirmeye çalışmak uygun değildir. İşçisin sen işçi kal. Ulemanın yeri? Ulema, bir “devlet adamı” olarak siyasete yazılıdır zaten. Akademideki “siyasallık” ona yetmemişse, Kınalızade’nin “büyük evi”ndeki boşluktan yetmemiştir. Siyasetteki boşluk, İslamcı geleneğe göre esasen son 200 yıllık tarihsel derinlikten gelen boşluk.

Devlet baba, toprak ana
Davutoğlu ve dava arkadaşlarının dışlamak istediği “son 200 yıl”ın önemli isimleri babayla dertliydi. Babasızdılar. Tanzimat edebiyatındaki babasızlık, sadece bireysel öykülerinin yansıması değildi, ailenin babasıyla, siyasal babayla, hükümdarla dertleri vardı. Onlar, babasızlığın telafisini geleceğin büyük babaları olarak sağlama peşindeydiler. Mustafa Kemal’in “baba”yı da aşarak “ata” soy ismini edinmesi, bu babasızlar silsilesinin zaferinin ilanı gibiydi.
Fakat bir de annesizler yok muydu: Baba yokluğu ya da babanın kötülüğü, aileyi ve onun ikinci temel figürünü, anneyi hırpalamaz mıydı? Buna göre “Bu topraklar” ve “bu toprakların kültürü” hırpalanmıştır. Ana-vatan ve ana-din sıkıntıdadır. Davutoğlu ve yoldaşlarının, annelerin ayaklarının altındaki cennete, anneliğin kutsanmasına düşkünlükleri, sadece İslami prensiplerdeki vurgudan gelmez, aksine o vurguları öne çıkartan, siyasal kaygılardır, ülke ve din üzerinden dillenen kaygılar.
Bireysel öyküsündeki anne kaybının acısı ve üvey anne övgüsü, siyasal babalara karşı anneliğin hem gerçek, hem metaforik yüceltilmesinin ifadesidir. Kendi babası, iyi bir üvey anne bulan, aileyi iyi geçindiren, oğlunun iyi eğitimini sağlayan sessiz bir figürdür. Daha çok bir ağabey formundadır. Biz İstanbul’da tutunacak kadar ekonomik gücü olduğunu, Alman lisesine çocuk yollayacak kadar fikri gücü olduğunu, bu çocuğa dinsel eğitimi geleneksel âlimlerden verdirecek kadar toplumsal gücü olduğunu fark etmeyiz bile. Kendi biyolojik annesi ve üvey annesiyle babasının annesi yüceltilir bu öyküde. Babaanne duası, gerçekleşmiş bir kehanet gibi konumlanır öyküde: “Oğlunla ordu, kızınla oba olasın. Koç koç oğlanların ardına düşe, dünyalar ayaklarına gele, herkes sana akıl danışa…” Bir savaşçı Türkmen kocası silüeti, İslami bir sahnede. Türk İslam sentezi ölmedi, biyografilerde yaşıyor.
Dolguculuk, dengecilik, mülk edinme
Biyografisindeki mitomanik öğeler, Tanzimat karakterlerinin Batı’yla boğuşmalarının tüm öğelerini içerir. Bir Tanzimat roman karakteridir bu yönüyle. “Batı’nın teknolojisini alma, ahlakını almama” pratik düsturunun epistemolojik bütün sorunlarını haizdir bu karakter, fakat sorunlu yerler tahayyülle doldurulur, başka deyişle fanteziyle.
Doldurma işlemi, bir tür dengecilikle yapılır. Necip Fazıl’ı sahiplenirken, yeri geldiğinde, Nazım Hikmet’i de anabilir. Mevlevileri de Bektaşileri de aynı cümlede tutar. Ahmedê Xanî de onundur, Hasan Karakani de. Alevi de Sünni de eşittir. Söylemsel dengecilik.
Gerçekle söylem arasındaki farkları, söylemin kesintisiz akışıyla doldurmaya çalışan bir sinisizm. Dersim’de Alevi açılımı münasebetiyle çektiği nutukta, Dersim’in Kürtlüğünü silen Türkçü bir Alevilik tarihi kurgusunu, hakikattin ta kendisi gibi anlatabilir. Fakat yine de nutku, Erdoğan kadar kesintisiz değil. Erdoğan hiç teklemezken, Davutoğlu zaman zaman duraklar. Bilen akademisyenle uygulayan siyasetçinin aynı bedendeki boğuşmasından mı bu teklemeler, hükümdarın sözüyle kendi sözünü ayırma arzusundan mı, bilmek zor.
Derlemecidir de. Kitap toplama arzusu biyografisinin ayrılmaz öğesi. Söz derleme arzusu her nutkunda sabit. Rakiplerinin söylemini de derler. Mülk edinir. Servet transferi. Dönemin ruhu gereği. “Eline, beline, diline hakim” ol diyebilir bir Alevi dedesi tevazuuyla. “Kuvayı Milliye ruhu”nu bir Kemalist’ten daha içten vurgular. Ülkücü bir slogan patlatabilir: “Türk kürt kardeştir, bölen kalleştir.”
“Zehir gibi kafa, buz gibi kalp”
Bilen adam olarak dışarıdan atandığı Dışişleri Bakanlığı sırasında bir Batılıya benzetildi. “Türkiye’nin Henry Kissinger’ı.” Övgü mü? Yayılmacı arzulara yaslanan bir isnat mı? Soğuk savaşın bu soğukkanlı ve kanlı diplomatı, “medeniyetler ittifakının”nın teorisyenliğini zimmetinde tutan Davutoğlu’nu anlamakta işe yarar mı? “Zehir gibi kafa, buz gibi kalp” sahibi Kissinger’la kıyası biyografisine kendisi alır mı? Kestirmek zor. Medeniyetler ittifakının, medeniyetler savaşı teorisinin anti tezi değil, bileşeni olduğunu düşünmek istemeyeceğini bilebiliriz yine de. Bunun yerine her kültürel farklılığa medeniyet, her medeniyete “büyük” demeyi tercih edecektir.
“Büyük”lük vurgusu, son 200 yıldır siyasal sahnede duran herkeste yok mu? En büyük. Parti Genel Başkanlığı’na seçildiği kongrede, 46 defa “büyük” diyecektir. Muhalefet “Emanetçi” diye yüklenecekti o gün. Oysa “Emanet” sözcüğünü 10 defa kullanarak sahipleniyordu. Rakiplerinin tanımladığı emanetçilikle onun anladığı emanetçilik aynı değil, kongrede kullandığı deyimle, “epistemolojik” olarak.
“Büyük Doğu”nun büyük davasında, hükümdarlık emanetçiliğinden gocunulur mu hiç? Büyük devlet sarayları, büyük adalet sarayları, büyük camiler, büyük toplu konutlar, hatta büyük ebatlı kitaplar yapmayı seven, büyük demeyi hepsinden çok seven bir siyasal heyet içinde o, manevi büyüklükleri seçer. Büyük Doğu, ışığın yükseldiği yer. Işığın olduğu yerde karanlık da yok mudur? Bu topraklara karanlığın Batı’dan geldiğini doğrudan söylemeyecek kadar elçi kalacaktır çoğu zaman; ama Doğu’ya has kötülükleri konuşmayı da sevmeyecektir.
Kendisini siyasete davet eden Abdullah Gül sahneden çıkarken, o zirveye çıktığı siyasal sahnede teşekkür yağdırıyordu. Gül hariç herkese. Kim bilir, belki de biyografisini “bir Batılı” okusa, Kınalızade yazılı yerlerde Makyavel’i görür. Hiç bir şeye yetişememiş bir Kınalızade ve gecikmiş, cılız bir Makyavel.



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

12 Eylül bildirisinin tam metni

15 Temmuz darbe girişimi bildirisinin tam metni