Faruk Eren yazdı: Babam
FARUK EREN
Babam rakıyı biraz
fazla kaçırınca (ramazan ve kandil geceleri hariç her akşam içerdi) DİSK’e DİKS
derdi. 1 Mayıs 1977’de, ablamla bana Taksim’e gitme yasağı koydu. Abim için bir
şey diyemiyordu onun zaten her şeye rağmen gideceğini biliyordu. Zaten 1
Mayıs’tan önceki gece eve gelmemişti. “DİKS’in mitinginde bir şeyler olacak”
diyordu. Ben yine de gittim. Ölümden kıl payı kurtuldum daha ortaokuldayken. O
gece “Ben size demedim mi” dedi mi demedi mi hatırlamıyorum. Hepimiz şoktaydık.
Öngörüleri enteresandı. Mesela banker furyası olduğunda bazı komşular
ellerindeki avuçlarındakini bankerlere yatırırken o “Bu Kastelli hırsız,
batacak” diyordu. Birkaç ay sonra doğru çıktı. Bir ara saka besliyordum. Babam
bana “Kuşları kafese koyarsan seni de kafese koyarlar” diyordu. Bir süre sonra
tutuklandım. “Demedim mi ben sana” dedi.
Şimdi kültür merkezi olan Sütlüce’deki mezbahada çalışıyordu (oradan da emekli oldu ama kesici değildi), bir ara avcılar ve atıcılar derneğinin lokaline takılıyordu ama balık bile tutamazdı, hayvanları çok severdi.
12 Eylül dönemi, Metris.
Babamla kol kolayım. Yanımızda babamın arkadaşı boksör Salih ve oğlu koğuş
arkadaşım Serhan abi… |
Şimdi kültür merkezi olan Sütlüce’deki mezbahada çalışıyordu (oradan da emekli oldu ama kesici değildi), bir ara avcılar ve atıcılar derneğinin lokaline takılıyordu ama balık bile tutamazdı, hayvanları çok severdi.
Avcılar ve
atıcılar kulübü deyince şunu hatırlayıverdim: Abim arkadaşlarıyla Hasköy’de
bildiri dağıtıyor, o kulübe de giriyorlar. Babam da orada. Abimi kenara çekmiş
para vermiş. Abim gülerek ama biraz da buruk anlatmıştı, “Acaba bizi para için
bildiri dağıtıyor mu sanıyor” diye sormuştu.
İstanbul’a çok
erken yaşlarda gelmiş, hayatı boyunca da işçilik yapmıştı. Anlattıklarından
Vakko’da, bir lastik fabrikasında, daha birçok fabrikada çalıştığını öğrendim
ama benim hatırladığım hep mezbahaydı. Sütlüce’deki bu mezbaha İstanbul
Belediyesi’ne bağlıydı ve amblemi bir boğa kafası figürüydü. İlk başta
veznedardı. Ben o zamanlar ilkokula gidiyorum. Haftada üç veya dört gün kesim
günüydü, taşradan sürüler geliyor ve büyük paralar oluyordu mezbahada. Birkaç
ayda bir polis ekibi geliyordu evimize. Babam yine kasanın anahtarını teslim
etmeyi unutmuş. Ben ekibe biniyorum, iskelenin oradaki meyhaneye götürüyorum
ekibi. Babam anahtarı veriyor. Meyhaneye hesap ödeniyor, birlikte eve
dönüyoruz. (Daha sonra annemin de bu durumdan rahatsızlığından veznedarlığı
bırakıp santral memuru oldu.)
Bu meyhanenin
hikayesi de matrak. Adı: Faruğun Yeri (yanlış anlaşılmasın adım oradan
gelmiyor, babamın ölen amcasından dolayı bana Faruk adını vermişler.) Ben daha
doğmadan önce, annem Cibali Tekel’de işçi. Güzel bir kadın. (Hala çok güzel).
Reji’ye Hasköy’den vapurla gidip geliyor. İskelenin olduğu caddedeki
dükkanlardan birinden anneme laf atılmış ve bu babamın kulağına gitmiş. Babam o
caddedeki eczane hariç bütün dükkanların camlarını indirmiş, en büyük hasarı da
lafın atıldığını düşündüğü meyhaneye vermiş, birkaç kişiyi de hırpalamış. İşte o meyhanede içti hep biz Hasköy’den
taşınıncaya kadar.
İşten çıkar eve
gelirdi, akşam yemeğini yer, bizle biraz sohbet eder sonra Faruğun Yeri’ne
kaçardı. 70’li yıllar sert. Evimiz üç kere tarandı, üçünde de biz evdeydik. Ali
abi anlattı. Bir arabamız var Murat 124. O zamanın Mercedes’i bize göre. (Babam
abim okula rahat gidip gelsin diye ona almıştı, o araba da abimle birlikte
kayboldu) Neyse o ev taramaları olduğunda abimle Ali abi bir gece evin önünde
bir kamyonun altına yatıyorlar ellerinde silahla, hani bir daha taramaya gelen
olursa engellemek için. Gecenin bir saatinde bir çift ayak görüyorlar. Bir adam
bizim arabanın etrafında dolanıyor, eğiliyor altına bakıyor. Bizimkiler
faşistin biri arabaya bomba koyacak diye düşünüyorlar ve tabancalarının
horozlarını kaldırıyorlar. Tam o sırada abim Ali abiye diyor ki “Dur o babam.”
Adamcağız, meyhaneden çıkmış geç saatte acaba arabaya bomba filan koymuşlar mı
diye kolaçan ediyormuş meğerse.
Sıkıyönetimden
sonra yani 78 Aralığından sona abim aranmaya başlandı, ama ne aranmak… Bir
gecede evimizin iki kere basıldığı oluyordu. 12 Eylül ya da OHAL döneminde
yaşananları biz iki yıl önce yaşamaya başladık. Abim eve gelmiyordu. Babam
Cumhuriyet ve Hürriyet okuyordu. Evde Cumhuriyet gazetesini yere atıp üzerinde
tepinen polisler gördük. Ama ençok üç şey koymuştu o zaman bize. Biri arama
bahanesiyle iç çamaşırlarının sırıtarak ortalığa atılması, diğeri annemin sabah
namazı için hazırladığı seccadenin faşist bir polis tarafından tekmelenip
“Senin kıldığın namaz kabul olur mu Moskof karısı” denmesi. Ama ençok da tüm
bunlara isyan eden babama “ağzın içki kokuyor” diye tokat atılmasıydı.
Yine bir gece yarısı
ev basıldı. Bu kez beni aldılar. Lise ikiye gidiyorum o zamanlar. Ekibe
bindirdiklerinde biri kız iki arkadaşım da vardı. Bir anlam veremedim. Çünkü
kız arkadaş o zamanlar bizim siyaseten kavgalı oluğumuz Aydınlıkçıydı. Şimdi
Sakız Ağacı Caddesi’nin üzerinde olan Beyoğlu Emniyet Amirliği’ne götürüldük.
Aydınlıkçı olan kız arkadaşı ayrı bir hücreye onun abisiyle beni bir hücreye
koydular. Ama ne hücre… duvarlar kalın süngerlerle kaplı... Meğer gözaltına
alınan psikopatlar, uyuşturucu müptelaları kafalarını duvarlara vuruyormuş o
yüzden süngerle kaplamışlar. Ama yerler taş. Taşın üzerinde yatıyoruz. Bizi
neden gözaltına aldıklarını anlamaya çalışıyoruz. Sabah Emniyet Amiri geliyor
mazgalın önüne, yanımdaki arkadaş, cebindeki kartı çıkararak CHP gençlik
kolları üyesi olduğunu, yasadışı bir örgütle alakası olmadığını anlatmaya
çalışırken Emniyet Amiri, “Tabii her yiğidin gönlünde bir aslan yatar mesela
ben de MHP’liyim” dediğinde ben “sıçtık” diye geçiriyorum içimden. Ertesi gece
sabaha karşı gürültüler, bağırtılar duyduk. Birini falakaya yatırıyorlar
herhalde diye düşündük ama bağırtılar giderek yaklaşıyordu. Sesi tanıdım.
“Ufacık çocuk mu yıkacak lan sizin devletinizi. Devletinizi si.erim” diye
bağırıp çağıran babamı “Dur Kemal Abi” diye polisler yatıştırmaya çalışıyordu.
O zaman da gözaltındakilerle görüş yasaktı. Babam geldi ama yanıma. Mazgaldan
bana tespihini verdi. Hani “Artık sen adam oldun” der gibi. Bir de o zamanlar
kullanılan bez mendillerden, içi çok sevdiğim akide şekeriyle doluydu. Babam
benim…
O badireden şöyle
kurtulduk: Meğer Kasımpaşa’da MHP’li bir esnafı vurmuşlar. MHP’liler de bölgede
bildikleri bütün solcuların isimlerini vermiş. Koca listeden sadece üçümüzü
bulmuşlar evlerde. O zamanlar CHP’nin İstanbul örgütünde etkin ve düzgün biri
vardı, Bülent Demir. Babalarımız bastırıyor o devreye giriyor. Bizi Siyasi
Şube’ye götürmeden direkt Kasımpaşa Karakolu’na götürdüler, görgü tanıklarıyla
yüzleştirdiler. (Eğer Siyasi Şube’ye götürülseydik muhtemelen o cinayeti biz
işlemiş olurduk!) Faillerin biz olmadığı anlaşılınca karakoldan serbest
bırakıldık. Biz bırakıldıktan kısa bir süre sonra faşistler Bülent Demir’i de
katletti. Hani Okmeydanı’ndan Dolapdere’ye inen büyük bir cadde vardır ya.
Oranın adı Bülent Demir bulvarıdır.
Babamda hikaye
çok. Belki devam ederim….
,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,
FARUK EREN'İN YERİ-ÖYKÜLER TOPLU HALDE
FARUK EREN'İN YERİ-Bizde emanete yamuk olmaz!
,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,
FARUK EREN'İN YERİ-ÖYKÜLER TOPLU HALDE
FARUK EREN'İN YERİ-Bizde emanete yamuk olmaz!
Boyle babasi olan evladin sirti yere gelmez, golgesi, anisi yeter
YanıtlaSil