Kayıtlar

Mart, 2012 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Kırıklar, 31-34

31 El Döver düşünceyi Bir el, bir düşünce                         Döv              Sen de döv Yolun buralara düşünce Çok el  Gerek bize Çok düşünce Ölmek için Dilediğimizce 32 Kara bakıyorum Kızılağaçlara inen Unuttuğum düşteyim Sabah 33 Sana bakma gözü                               Değil  Benim gözüm Seni bakma gözü Seninle bakma  Sende bakma  ................................ KIRIKLAR-TOPLU HALDE

BDP’nin ihanetinden başka çözüm yok mu?

  Kürt meselesinde hem devlet yetkililerinin, hem polis gibi kamu görevlilerinin hem de çarşı pazardaki nefretin şiddetli dili birbirini yankılayıp büyüyor. Hal böyleyken “yeni strateji”, yani “yeni çözüm yolu” diye çıka çıka BDP’ye tabanına ihanet etmesi teklifi çıkıyor. Bir hatırlatmayla başlayalım: Yer Cizre. Tarih 24 Mart cumartesi. Bir BDP/Blok milletvekili (Hasip Kaplan), bir emniyet amiriyle tartışıyor. Amir, "Kendi özgürlüklerinizi savunurken, başkalarının özgürlüklerine engel olamazsınız" diyor. Yanıt: "Benimle bu şekilde konuşamazsın, saygılı ol. Ben bir milletvekiliyim, grup başkanvekiliyim." Yanıta yanıt: "Ben sizi vekil tayin ettiğimi hatırlamıyorum!” Anayasa’ya göre TC’de milletvekilleri, bütün Türkiye’nin milletvekilidir. Peki bir milletvekilini “atamadığını” söyleyen emniyet amiri ne demiş oluyor? Bir başka BDP/Blok milletvekilinin, bir başka polisle tartışmasında var bunun yanıtı, geçen yılın sonbaharından: Yine eylem var, yine poli

Tam istihdam kapitalizmin, barış TC'nin kabusudur

Garip işler oluyor. Garip işler yapılıyor durmaksızın. İstanbul Zeytinburnu-Kazlıçeşme taraflarında, her merdivenin altında bir tekstil tezgâhı varken oralarda dolaşanlar garip bir şey görürdü: Işıklı işçi arama tabelaları: “Overlokçu, romeyözcü, son ütücü… ler aranıyor!” Işıklı tabela, yani öyle bir iş yeri ki, hep işçi ihtiyacı var. Öte yandan İstanbul’da yüzbinlerce insan iş arar, binlercesi de tekstil sektöründe ekmek peşindedir işsizlerin. Tabela tabii ki sektördeki dinamizmi filan göstermez, tabela “eksik istihdam”ın kapitalistik bir kurum olduğunu gösterir.  İşe alınan ne zaman atılacağın, işsiz olan da ne zaman işe alınacağını bilemeyecektir. Televizyon sineği iktisatçılar, politikacılar, sosyologlar durmadan bir şeyler konuşur durur, çareler, stratejiler filan uydurur durur, ama işin özü açıktır: Tam istihdam kapitalizmin kabusudur, eksik istihdam da can simidi. Bileceksiniz işte, emek rekabetinden sermayedarın karlı çıkmasının ideal yolu, emek arzının karın tokluğuna ra

Nasıl Kenan Paşa'nın avukatı oluverdim?

Paşalar diyor ki, özetle: “Bizim tesis ettiğimiz anayasal ve yasal çerçeve içinden bize bu davayı açamazsınız. Bizim kurduğumuz, sizin kullandığınız bu sistem gayrimeşru ise Türkiye Cumhuriyeti de gayrimeşrudur.” Yanlış olan bu savunma değil, o iddianame! Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya’ya açılan davanın iddianamesi nedeniyle daha önce üç yazı yazmıştım. 12 Ocak 2012’de Radikal Yorum sayfalarında, ilk iki yazının bir özeti de yayımlanmıştı. Özetle şunu diyordum: Sevk maddesi hatalı. Sanıklar hatalı. 12 Eylül’e “sağ” bakışa ait bir yorumlama ve tarihlendirme biçimi, iddianamenin tümüne hakim, oysa 12 Eylül’ün kendisi “sağ” bir işlem ve sağdan bakışla suçlanmayı bırakın, onaylanır. 12 Eylül’ün kurduğu kurumlar, oluşturduğu hukuk düzeni, yerleştirmek istediği toplumsal yapı, getirdiği yeni ekonomik ilişkiler olduğu gibi duruyorken, bunların hepsine sahip çıkıyorken, onu yargılamak mümkün olamaz. Bu nedenle “bu iddianame ancak sanıkların savunması olabilir” dedim. Gerçekten de ay

Kara Işıltılı Kareler-16

İddianamedeki ideoloji: Hep aynı marangoz hatası

12 Eylül iddianamesi ideolojik içerik olarak da 12 Eylül’le bugün arasındaki devamlılığın bir kanıtı. İddianamenin bir bölümünde emek örgütlenmelerine ve sol-sosyalist düşüncelere karşı adeta ideolojik bir manifesto yazılıyor. “Kürt” kelimesinin hiç yer almamasının sebebi de bu ideolojik tutum. 12 Eylül iddianamesine dair (biri daha iddianame kabul edilmeden) yazdığım iki yazıda, iddianamenin oturduğu politik bağlamı ve içeriğinin hukuki analizini sunmaya çalıştım. Bu yazıda konu içeriğin ideolojik özellikleri. Hemen bir soru: İddianamede Kürt lafı bile geçmiyor, neden? Oysa Diyarbakır cezaevi 12 Eylül zulmünün en kanlı sahnelerinden biriydi. Oysa Kenan Evren meydanlarda “Kürt yoktur” derken, kanunlarda Kürtleri yok sayacak (demek ki giderek yok edecek) nutukları atıyor, kanun görünüşlü emirnameler yağdırıyor, emri altına aldığı devlet teşkilatı da nefes almaksızın talimatlarını uygulatma peşinde koşuyordu. “Kürt sorunu bugünkü haliyle Diyarbakır cezaevinde doğdu” söz

Kenan Paşa'nın savunması iddianame oldu

12 Eylül iddianamesi, darbecilerin koruduğu çıkarlara, kurduğu kurumlara ve oluşturduğu hukuka yaslanarak onları yargılamaya çalışıyor. Bu imkansız. Dava “insanlığa karşı suç”tan açılmalıydı. Çok daha fazla sanık olmalıydı. “Karanlık dosyalar”ın ve arşivlerin açılması istenmeliydi. Kenan Evren’e, “Kendi aleyhine bir iddianame yazmaya mecbursun” denilseydi, ancak bu kadarını yazabilirdi… 12 Eylül iddianamesi çıkmadan şu soruları sormuştuk: Darbenin nedenini, koruduğu çıkarları ve ürettiği kurumları paylaşanlar, koruyanlar, onu yargılayabilirler mi? Darbe 12 Ocak kararlarını koruma amaçlıydı,  o kararlar da yargılanacak mı? Darbenin ekonomi sorumlusu atadığı Turgut Özal ve savunduğu değerler bugün hükümet tarafından paylaşılıyor, bu ortaklık nasıl açıklanacak? Darbenin anayasasının şemsiyesi altındayken, anayasa kaldırılmamışken, o anayasanın kurduğu yargı sistemiyle o darbe nasıl yargılanacak? Darbenin kurduğu bütün kurumlar (YÖK örneği yeterli) sahiplenilmişken ne sorulacak K

Newroz ile Nevruz, demokrasi yolu ile tiranlık yolu

“İstanbul  tahrikçilere fırsat vermedi, olaylara sadece 2 bin kişi katıldı” açıklaması doğru bir açıklamaysa, Newroz’u aynı gün yüzbinlerle kutlayan Diyarbakır’a ne diyeceksiniz? Bu çelişki, “Meseleyi Türkleri ikna, Kürtleri tatmin yoluyla çözeceğiz” lafını boşa düşürmüyor mu? “Türklere”, “Diyarbakır tahrikçidir” demiş olmadınız mı peşin peşin? Bir video karesi: İstanbul’da 18 Mart’ta çekilmiş, 20-30 kişi toplanmış, yerdeki iki kişiyi tekmeliyor. Arada yapmayın, etmeyin sesleri geliyor, ama cılız. Kimileri de cep telefonlarını açmış, video kaydı yapıyor ya da fotoğraf çekiyor. Yerdekiler devletin, "Nevruz , Nevruz günü kutlanır” fermanını kabul etmeyen, “Newroz bizim birlikte kutlamaya karar verdiğimiz gün kutlanır” diyenler. Tekmeleyen “halk”ın gözünde (En son Kütahya Emet’te devletten öğrendik bunu, birilerine saldıranlar “halk” oluyor, saldırılanları devlet sevmiyor ve korumuyorsa. Tıpkı  1993 Sivas’taki gibi) yerdekiler “bozguncu, bölücü, kışkırtıcı” apaçık ki. Ner

Tarih dizisindeki güncel akıl

Bir “tarih” dizisi izledim. Bir dostum, Patrona Halil’in işin içinde olduğu bir dizi başladığını haber verince bulup izledim. “Bir zamanlar Osmanlı Kıyam” adı. Patrona Halil, Osmanlı tarihçilerinin sevmediği bir isim; hem bugünkü tarihçilerin, hem de kendi döneminin tarihçilerinin. Bütün tarihçilerin bir çirkin adam olarak göstermesi, kuşkusuz adamın çirkinliğiyle hiç ilgili değil. Kuşkusuz, devlet görevlisi olan tarihçilerin ve Osmanlı sona erdikten sonra da devlet görevlisi aklıyla çalışmaya devam eden tarihçilerin bir asiyi, bir kıyamcıyı sevmemesinden daha  anlaşılır bir yan yok. Lale devrinin Osmanlı yönetiminden hoşlanmayanlar için bile Patrona Halil şeytani bir figür, hep devlet aklı ve gözüyle bakanlar için hep öyle kalacak. Dizide bu durumun aşılmasını bekliyor değildim, değilim. “Kötü adamlar”ın yeni yüzü Fırat Tanış oynamış Patrona’yı. Bir serkeş, ayyaş, bir kötülük şebekesinin habis ruhlu adamı olarak ilk bölümde konuluveriyor ortaya. Eh, devletin tarihçisinin sevmeyeceği

Kırıklar-34, 35

34 Tavşan Korkusunu yazar Kara Kurt Açlığını okur Karda Hayfa Açılır  Bir kızıl sayfa! Örter Kızıl sayfayı Fırtına Hazır dünya Yeni yazışmaya 35 Nice yaz geçti Nice kış Nice yaşam Dağıldı, toplandı Toplanıp dağıldık biz de Sözlerle, sözcüklerle Ömrün mırıltısı Kardaki harflerde ................................................... KIRIKLAR-TOPLU HALDE

Kürt gitti, sorun bitti: Nürnberg'den Emet'e emekçi, yurttaş ve ırkçılık

Emet’te 16 Kürt işçinin sağ salim memleketlerine dönmesine sevinelim mi? Peki anayasada yazılı “çalışma ve seyahat hürriyeti” ne oldu? Kaymakam’ın açıklaması: “İşçiler gelmeden iki hafta önce GBT’lerine baktırdık, sicillerinden suç kaydı çıkmadı.” Niye bakılıyor GBT? Kürt oldukları için! Ayrımcılık, rutin işlem olmuş yani! Nazi Almanyası mevzuatında (Nürnberg Yasaları), kişinin yurttaşlığı hak ettiğini kanıtlaması gerekirdi. Herkes her haktan yararlanamaz; vatandaşlığı hak etmesi gerekenler, her an sorgulanabilir, sürülebilir, belirli işlerden uzak tutulabilir ya da sadece belirli işlerle yetinebilirdi. Her yere gidemezdi. O dönemin vahim sonunu biliyoruz. Cumhuriyet kurulunca Türkiye’de de herkes öyle kolayca vatandaş olamadı. Yurttaşların “yabancı” olarak tanımlanışı sadece sınırlı bir alanda, geçici ya da arızi bir söylemsel özellik olmamış, bu, bizzat yargı eliyle sistemin gerçeği olarak tescil edilmiştir. Örneğin, gayrimüslim yurttaşların mülkiyete dair sorunları tartışılı

"Kürt işçiler gitti"

Resim
Yetkililerin, gazetecilerin bize aktardığı bilgilere göre özet şöyle: İki Kürt inşaat işçisi Kütahya’da, Emet ilçesinin Pazar yerinde gezerken bir grup gençle “omuz atma tartışması” yaşar. İş kavgaya dönüşür. Kürt işçiler özür dilese de iş tatlıya bağlanmaz. Kaldıkları yere sığınırlar. Toplam 16 işçi vardır. O arada bir söylenti yayılır. Kürtler PKK bayrağı asmıştır. Ahali toplanır, binaya saldırır. Çevre yerleşimlerden duyan gelir. Güvenlik güçleri tedbir alır. İşçiler geceyi karakolda geçirir. Sabah memleketlerine, Van’a yollanırlar. Kimsenin burnu kanamamıştır, ne mutlu değil mi? Büyük olay olmadığı için memleketin büyük adamları konuşmaz, sadece Emet’in büyük adamları konuşur.

Newroz ateşi ve Nemrut ateşi

“Beni ilgilendiren ne yasa ya da yasalar (biri boş bir mefhum, diğerleri ise pek hoş mefhumlardır), hatta ne hukuk ya da haklardır, beni ilgilendiren içtihatlardır. Hukukun gerçek yaratıcısı içtihatlardır: Yargıçlara emanet edilmemeleri gerekirdi.” Ve “İhtiyacımız olan ahlaki ve sözde-uzman bir bilgeler komitesi değil, hak sahibi gruplardır. İşte bu noktada hukuktan siyasete geçilir.” (Gilles Deleuze, Müzakereler, Norgunk Yayıncılık, İstanbul 2006) “Kapanmayan davalar”, hukuktan siyasete geçilen yerin davalarıdır. Çünkü o davaların kapatılmamasını öngören siyaset, hukuku siyasi işlere koşmuş bir siyasettir. Sivas davasında zamanaşımı, paradoksal biçimde, davanın açık kalmasına yol açar. Oysa Sivas ateşi, sönmesi gereken bir ateş. Söndürülmesi gereken bir ateş. Giden gelmez ama o ateş yandıkça gidenin hayali bizi terk etmez, acı ve korku olarak içimizde yanar, içimizi yakar, her an. Acı, kaybın acısı, adaletsizce gidenin ve gelmeyen adaletin acısı. Korku, gidecek olanın korkusu. O

Sivas'ta zamanaşımı ve kapanmayan davalar

Sivas davasında zamanaşımının kabul edilmesi, davanın sonsuza kadar açık kalmasına yol açar. Kapanmayan davalar, toplumları huzursuz eden fay hatları oluşturur. Karar sadece sanıkların baştan beri gördükleri korumanın devam edip etmediğini değil, devlet ve onun yargı erkinin “millet” denilen şeyden, “insanlık” denilen şeyden ne anladığını da gösterecek. “Bilinmeyen yasalarla yönetilmek ne azaptır!” Kafka İlk öğrendiğim Türkçe ibarelerdendi: “Kanlı Sivas!” Dedemin ağzından düşmeyen bir ağıttan: “Dedemi astılar kanlı Sivas’ta!” Çocukluğumda Sivas, bilmediğim, tanımadığım bir “dedemin” asılmasıydı. Pir Sultan Abdal’ın. Ağıt da onun içindi. Öte dünyaya ertelenmiş davalardan biri Pir Sultan davası, bir şiirindeki gibi: “Kalsın benim davam divana kalsın.” Kerbela’da, “Can için yalvarmam sana” diyen Hüseyin’in davası gibi. Kapanmayan davalar tehlikelidir. Öyküler, şarkılar, şiirlerle toplumların hafızasına kazınır, orada yaşar, orada yeniden yeniden görülürler. Canı alınmış ama

Sınıfsal cinayetler ve suç ortakları

Resim
Çalışma daima bir harekettir. Temelde bir canlının hareketi. Yemeye yönelik hareket. Lokmaya. Yaşamı sürdürebilecek ve yeniden üretebilecek hareket. Yeme hareketi başka bir canlıya doğrudur. Başka canlıdır yem, hemen hemen daima. O zaman ikinci hareket, kaçma hareketidir. Yem olmama. Üçüncü hareket, ilkinin doğal sonucu olarak belirir: Lokmaya giden başkasından önce gitmek. Rekabet. Canlılar aleminin ortak hareketleri. Dördüncü hareket insan kaynaklı: Kendi lokması için başkasını çalıştırmak, hareket ettirmek: Kul, köle, maraba, yanaşma, karavaş, geda, uşak, hizmetçi, besleme… “İşçi” ve “emekçi” nispeten modern, nispeten yansız kelimelerken, ilk grup çalışmanın tarihinin ideolojik karakterini içerdiği aşağılayıcı yükle hemen açık eder. Karşı tarafında efendi, sahip durur: Yüceltilmiş egemenlik halleri. Çalışma hareketindeki eşitsiz, adaletsiz ilişkiyi gizlemeye yönelmiş dilsel hareketlerin ürünü terimler. Çalışma “hayatı”nın efendileri için toplumsal biçimler hangi şekli alırsa a

Kara Işıltılı Kareler-15

........................................ Kara Işıltılı Kareler-14 Kara Işıltılı Kareler-13 Kara Işıltılı Kareler-12 Kara Işıltılı Kareler-11 Kara Işıltılı Kareler-10 Kara Işıltılı Kareler-9 Kara Işıltılı Kareler-8 Kara Işıltılı Kareler-7 Kara Işıltılı Kareler-6 Kara Işıltılı Kareler-5 Kara Işıltılı Kareler-4 Kara Işıltılı Kareler-3 Kara Işıltılı Kareler-2 Kara Işıltılı Kareler-1 (Mayıs-Haziran 2007'de yazıldı. Tamamı 18 şiirdir. Cumartesi Şiir'de yayınlandı.  http://www.cumartesisiir.com/

Dersim'i yaratan akıl hâlâ canlı

Bir Dersimli jenosidi yargıya götürse ne olur? Yargıdan, “Dersim’de devlet hiç yanlış yapmadı. Masumlara zarar vermedi” diyen kararlar çıkıyor. Bir mahkeme de çocuğa verilmek istenen ‘Dersim’ adını reddederken vahim cümleler kurdu.

Dersim: Geçmişteki ve gelecekteki jenosit

1937/1938’de Dersimliye ‘resmi bakış’ şuydu: “Dersimliler (…) hususi bir ırktandır. Dersim’i boşaltmak gerek. Biz yapmasak bu iş çocuklarımızın üstüne kalacak. (…) Dersim’de medeni adam yavrusu büyümez.” “Sonsuza dek yaşayan Roma değil Evrendeki yeridir insanın.” (Osip Mandelştam)

"Maraş'ta yine bizi öldürdüler!"

Kapı komşular Maraş’ta nasıl yüzleri aşan masum Alevi’yi katledebildi? Sözde piyangoculara, esrarengiz Amerikalılara sığınılarak yanıt verilemez buna. Maraş’ı anlamanın anahtarı, şiddetin dilde ve siyasette gördüğü işleve bağlı ve ne yazık ki itibara. ALİ TOPUZ “Li Meraşê disan em kuştin.” Güngörmüş Koçgiri kadını, babaannem Maraş’ı duyduktan sonra günlerce ağladı. Ne olduğunu sordum, şöyle dedi: “Maraş’ta yine bizi öldürdüler.” Çocuktum, anlamakta zorlandım. Biz burada, İstanbul’dayken Maraş’ta nasıl öldürülmüş olabilirdik? Ağlayan sadece babaannem değildi. Maraş, aileye, akraba evlerine, aşirete sessizlik ve gözyaşı bombası olarak düşmüştü. İşler ağır görülüyor, sessizce konuşuluyor, büyükler bizi uzak tuttukları toplantılar yapıyorlardı. Korkmamızı istemiyorlardı ama korkmaları korkmamız için yeterliydi. Biz, öldürülebilir olandık. Güçsüz olan. Çare düşünüyorlardı. Sonradan öyküler geldi, Maraş’tan acılı, yakıcı kesitler. Çivi gibi insanın zihnine, ruhuna saplanan dağlay

Eskiden roman mı vardı? Bahtin çevresi

Geçen yüzyılın başında Rusya sadece siyasal açıdan değil, edebi ve kültürel açılardan da büyük hareketlilik içindeydi. Edebiyat eleştirisi, edebiyat kuramları ve dilbilim alanlarındaki canlılığın önemli aktörlerinden biri de, M. M. Bahtin (1895-1975), M. İ. Kagan, P. N. Medvedev, İ. İ. Solertinski ve V. N. Voloşinov gibi isimlerin oluşturduğu ve ‘Bahtin çevresi’ diye anılan gruptu. 1917 devrimiyle Sovyetler Birliği’nin kurulmasının ardından bu canlılık, 1920′lerin sonuna kadar sürdü. Ne var ki, etkinlikleri 1918′de başladığı kabul edilen Bahtin çevresi, Rus biçimcileri.

Kuyucu Murat Paşa'dan İdris Naim Şahin'e kutsal devlet: Pozantı'nın şifreleri

Pozantı’da Kürt çocuklarının başlarına getirilen kötülükleri konuşuyoruz kaç gündür. Bir şeyi daha konuşmalıyız: O çocukların başlarına gelen ilk kötülük, cezaevine konulmalarıydı, yani devletin Kürt politikasının kendisi; silahı önde tutan, nefreti sıradanlaştıran resmi söylemlerin kendisi. “Her devrin mirastan yoksun bıraktığı çocukları çocukları vardır, artık olmayanla hiç gelmeyecek olan aittir onlara” (Rainer Maria Rilke) Pozantı cezaevi nedir? Önce bir öykünün özeti, Naima tarihinden: Kuyucu Murat Paşa, Celalî ordularından birini yenmiş. Ölen ölmüş, kalanlar da esir. (Tutuklu mu deseydim?) Paşa bir çadır kurmuş, esir Celalîleri yargılıyor. Yanında da kadı oturmuş. Gelen kısaca sorguya çekiliyor. “Celalî olma” suçunu işlemişse hakkındaki kararı paşa, başka bir suçu var ise kadı verecek. Kararı kimin vereceği kararı da elbette paşaya ait. Elinde saz, çelimsiz biri getirilir. Öyküsünü anlatır: “Kıtlık vardı. Köyde herkes bir yana savuştu. Ben de oğlumu aldım kır

Kırıklar 36-38

36 Sürüyor gün Ne başı düşün Ne sonu Çiçeklenip  Solarken Alnının kayalıklarında  Dünya Her an yeni bir dünya! 37 Görmüş sayılmaz Kimse yaşamı Görmeden Sonbaharı 38 Yük hafifletir gibi Alıyor toprak Yeterince sevemediklerimizi Bunun için alamayız Yığdığımız kesekten Diktiğimiz taştan Gözlerimizi ................................................... KIRIKLAR-TOPLU HALDE

Kara Işıltılı Kareler-14

.................................... Kara Işıltılı Kareler-13 Kara Işıltılı Kareler-12 Kara Işıltılı Kareler-11 Kara Işıltılı Kareler-10 Kara Işıltılı Kareler-9 Kara Işıltılı Kareler-8 Kara Işıltılı Kareler-7 Kara Işıltılı Kareler-6 Kara Işıltılı Kareler-5 Kara Işıltılı Kareler-4 Kara Işıltılı Kareler-3 Kara Işıltılı Kareler-2 Kara Işıltılı Kareler-1 (Mayıs-Haziran 2007'de yazıldı. Tamamı 18 şiirdir. Cumartesi Şiir'de yayınlandı.  http://www.cumartesisiir.com/

Benden duymuş olmayın, yedi işçi hâlâ kayıp!

Kozan faciası (24 Şubat 2012), Türkiye’de herkesin eşit derecede insan sayılmadığını gösterdi. Hepimizin aynı gemide olmadığını da: Yedi işçi sekiz gündür kayıp. Yakınları gözyaşı içinde haber bekliyor. var Ne doğru düzgün haber var medyada, ne yas, ne dayanışma… Korkarım bir de “mesai altında kayıp” vakalarına alışacağız! Ortada bir yalnızlık Birisi kaybolmuş kadar (Fazıl Hüsnü Dağlarca, Çocuk ve Allah’tan) “Çok şükür, en azından cenazesini bulabildik!” Ölüme şükredilen topraklardayız. Sevgili ölülerinin cenazesine ulaşan insanların şükrettiği topraklarda. Bu şükür, son 30 yıldır çok duyduğumuz gözaltında kayıplarla ilgili değil. Son bir haftadır adeta milli birlik ve beraberlik içinde bir görmezden gelme seferberliğiyle başımızı öte yana çevirdiğimiz bir acının ortasından yükselen bir söz. Adana Kozan’da geçen hafta bugün patlayan barajın sularına kapılıp kaybolan (!) sekiz işçiden biri, iş makinesi operatörü Erkan Yiğen’in cansız bedeni bulununca bir yakı

Faruk Eren yazdı: Babam

Resim
FARUK EREN  12 Eylül dönemi, Metris. Babamla kol kolayım. Yanımızda babamın arkadaşı boksör Salih ve oğlu koğuş arkadaşım Serhan abi… Babam rakıyı biraz fazla kaçırınca (ramazan ve kandil geceleri hariç her akşam içerdi) DİSK’e DİKS derdi. 1 Mayıs 1977’de, ablamla bana Taksim’e gitme yasağı koydu. Abim için bir şey diyemiyordu onun zaten her şeye rağmen gideceğini biliyordu. Zaten 1 Mayıs’tan önceki gece eve gelmemişti. “DİKS’in mitinginde bir şeyler olacak” diyordu. Ben yine de gittim. Ölümden kıl payı kurtuldum daha ortaokuldayken. O gece “Ben size demedim mi” dedi mi demedi mi hatırlamıyorum. Hepimiz şoktaydık. Öngörüleri enteresandı. Mesela banker furyası olduğunda bazı komşular ellerindeki avuçlarındakini bankerlere yatırırken o “Bu Kastelli hırsız, batacak” diyordu. Birkaç ay sonra doğru çıktı. Bir ara saka besliyordum. Babam bana “Kuşları kafese koyarsan seni de kafese koyarlar” diyordu. Bir süre sonra tutuklandım. “Demedim mi ben sana” dedi.