Bir yargı isterim
Yargının itibarı, yargıçların kararlarıyla oluşur veya
oluşmaz. “Yargının itibarı” denilen şey de İstiklal Mahkemeleri, 27 Mayıs, 12
Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat’ta yargı eliyle yapılanlarla oluşmuş bir şey. “Yargıyı
etkileme suçu” da, yapılanların itibarsızlığını bilen kanun koyucunun bir
kalkanı.
Çok duyuyoruz: Yargıyı sulandırmayın. İtibarsızlaştırmayın. Etkilemeyin.
Birbirinden önemli ve ünlü davaların etrafındaki söylemsel savaşta,
kerametliymişler gibi gibi tekrarlanıp duran sözler. Peki. Yapmayalım.
Yapmayalım da bu nasıl yargıdır ki dışarıda yazılan, çizilen, söylenenden
sulanıyor, bu nasıl yargıdır ki, benim, senin sözlerinle itibar kaybediyor,
nasıl yargıdır ki etkilenip duruyor diye de sormayalım mı? Çünkü sulandırılabilen,
itibarsızlaşabilen, etkilenebilen bir yargı, biz yargılanması her daim mümkün
fanilerin başına gelecek iyi şeylerden değil. Önce, sonuncusuna dün tanık olduğumuz birkaç vaka: Hrant
Dink davasında yargıçla savcı, karar verildikten sonra kamuoyu önünde tartıştı.
Yani dava açık kaldı. Benzer bir konuşma N.Ç. davasından sonra da yapıldı, bu
sefer Yargıtay’a yükselmiş bir yargıçtı eleştirilere veryansın eden. KCK
davalarında yargıçlar, sanıklar Kürtçe savunma yapmaya başlayınca, mikrofonu
kapattırıp “bilinmeyen bir dil” kalıbıyla yaptıklarını tutanaklara geçiriyor.
Nihayet dün Balyoz davasında yargıç, sanıklarla laf yarıştırdı, o kadar ki “Kıçınızı
dönüp oturdunuz” gibi tuhaf bir cümleyi bile duyduk.
ADALETİN SACAYAĞI
Şimdi meseleye geçelim:
Yargılama tanrısal bir iş, bir yetki, sadece İbrahimi
gelenekte değil, başka inanışlardaki çok sayıda toplumda da öyle. Çünkü “karar”
denilen şey, daima kişilerin, grupların kaderini değiştirir.
Yargılama malûm bir heyetin işi. İddia, savunma ve karar yani
yargıdan oluşan mahkemenin. Üçüncüsü, nihai yargıyı, kararı veren yargıç
dediğimiz figür, yargının niteliğini belirler. Devlet yapısında nasıl üç güç
içindeki “primus inter pares” yargıysa, mahkeme düzenindeki üç konumun “eşitler
arasında birincisi” de yargıçtır. Savcının, savunmanın “adil” olmak gibi bir
yükümlülüğü yok, biri iddiasını güçlü biçimde, ikna edici biçimde, usullere
uygun biçimde delillendirmeye, diğeri de aynı şekilde karşılık vermeye çalışır.
“Taraf”lardır onlar. Her ne kadar bizim sistemimizde savcıların “lehte
delilleri toplama” görevi varsa da ve bunu yaptıklarına çok az tanık oluyorsak
da, bunu hakkıyla yaptığında bile o tarafsız hale gelmez.
“YARGI SORUNLARI” ve YARGIÇ
Buna karşılık karar makamında oturan kişi, yargıç,
“tarafsız”lıkla görevlidir. Tarafsızlık denilen şeyse, bağımsızlıkla, özgür
düşünebilme cesaret ve yetisiyle mümkün. Tarafsızlığına inanılan bir karar,
adalete ilişkin fikirleriniz, teorileriniz, prosedürleriniz ne ve nasıl olursa
olsun, adaletin yerine gelmediğini düşündüremez. Buna karşılık, tarafsızlığına
inanılmayan bir karar, yargı teşkilatı mükemmel işlemiş, her iş doğru yapılmış
olsa bile, adaletin yerine geldiğine inandıramaz.
Yargının inanırlığı, yargıcın inanırlığıdır. Çekirdeğinde de
nihai karara inanç yatar. Bu yüzden, “yargı sorunları var” denilen yerde,
muhakkak öncelikle yargıç sorunu vardır. Hem yargıcın sorunları var, hem
yargıçlıkta sorun var demektir.
O sadece “kanunları uygulayan kişi” olamaz, idare
memurlarının görev tanımıdır bu. Ne devleti, ne da hatta toplumu korur yargıç,
adalet idesi devletin veya toplumun çıkar ve arzuları ( “milli irade” de diyebilir
isteyen) doğrultusunda şekillenmiş bir ide değildir; eğer varsa, tersi mümkünse
vardır. Elbette, Türkiye sisteminde savcıya çok yüksek, yargıçları aslında
çaresiz bırakabilecek, yönlendirebilecek kadar yüksek yer ve yetki verilmişken,
teoriye göre aynı gücün verilmesi gereken savunma ise neredeyse dışlanmışken
karar makamından “tarafsız, bağımsız” yani adil bir yargı çıkmasını beklemek
zor. Amenna. Fakat kanun koyucunun tercihi olan bu dengesizliğin sıfırlanması
değilse bile yumuşatılması da yargıca bağlı. Oysa uygulamada yargıçlar,
savunmaya tanınmış kısıtlı imkânların genişletilmesi şöyle dursun,
daraltılmasına meyleder. “Kanun memuru” ile “devlet memuru” aralığındaki dar
konumu kabullenmiş gibidirler. Aksi halde, duruşma salonundaki marangoz
hatasına, birer edim olan sözleriyle müdahale edebilirler her zaman.
VİCDAN-CÜZDAN BAĞI
Bir yüksek yargıç vaktiyle, “yargıçların vicdanla cüzdan
arasında sıkıştığını” söylemişti. Vicdanı cüzdanına bağlı kişiden yargıç mı
olurmuş deyip geçmeyelim, itirafa yol açan hakikate bakalım: Türkiye’de yargıç
zümresindekiler, kişisel gelişimlerini ve ruhsal sağlıklarını güçlü tutacak bir
hayat yaşamaz, bütün bordrolular gibi kısıtlı ekonomik koşullara itilmişlerdir.
Okumaya, kendilerini geliştirmeye, okuduklarını sindirmeye, tartışmaya pek
vakitleri yoktur. Bu yüzden makaleleriyle ünlü yargıçlarımız çok çok azdır.
Mesleki ilerleyişleri “tarafsız ve bağımsız” kişi ve
kurumlara da bağlanmış değildir, aksine taraf olmaya, ideolojik, sınıfsal ve ne
yazık ki bölgesel ve en kötüsü de dinsel-mezhebi kümelenmelere zorlanırlar. Amenna.
Ama bunun aksini istemişler midir? Sair memurların önemli bir kısmı, şimdilerde
polislerin en azından bir grubunun da peşinde olduğu sendika hakkı için
mücadele etmiş ve ediyorken, bu zümreden böyle bir atak bilmiyoruz. Bugün 12
Eylül’ü yargılıyorlar, hakkında karar verecekler; vaktiyle de 12 Eylül için
yargılıyorlardı ve arada geçen dönemin etkili bir özeleştirisini de bilmiyoruz.
Devletin hükmettiği ekonomik, yasal ve ideolojik konumu canı gönülden kabul
ettikten sonra, hangi şikâyet, ne derecede ciddiye alınabilir?
Bir yargılamayı en kötü niyetli yurttaş bile sulandıramaz;
zaten kötü iddianamelerin kabul edildiği anda o sulanmıştır. Yurttaşları, en
kötü niyetlisini bile, “yargıyı itibarsızlaştırmaya çalışmak”la suçlamak, zaten
yargının itibarına ilişkin bir itirafı içinde taşır. “Yargıyı etkileme” var bir de, suç olarak
düzenlenmiş hem de: Etkilenmeme bir yargıç görevi ve niteliğidir. “Herkes
sussun, yargı da bildiğini yapsın” denilemez; hele hele İstiklal Mahkemelerini,
27 Mayıs’ı, 12 Mart’ı, 12 Eylül’ü, 28 Şubat’ı görmüş bir toplumda hiç
denilemez. O dönemlerin ünlü yargıç ve savcılarını hatırlıyoruz, ama hiçbir
dönemde adil kararlarıyla ünlenmişlerini hatırlamıyoruz ne yazık ki. İşte onu
arıyoruz. Yargının itibarı, o dönemlerde yapılanlarla oluşmuş bir itibardır; bu
dönemde olanların o dönemde olanlara benzemesi de bu sorunları dile
getirenlerin suçu sayılamaz.
Yorumlar
Yorum Gönder