Kılma cenazemi lazım değilsen!
Eski firavunlar ölünce, kölelerini, hizmetkarlarını
"Kozlu'ya Saygı Yürüyüşü"nden... |
öldürüp
piramitlerine çekilirlerdi.
Şimdiki firavunlar için
çalışırken ölenler toprağın altına,
kalanlar
alışveriş merkezlerine gömülüyor.
Taksim’de bir yürüyüş. Kozlu’daki son madencilik kazasında can veren işçiler nedeniyse, “iş cinayetleri”ni telin etme ve ölenleri anma yürüyüşü. Yaklaşık 50 kişi, “Unutma” diyor, barajda, madende, atölyelerde, inşaatlarda ölenleri unutma.
Eski mısır hükümdarları, firavunlar öldükleri zaman, onlarla
birlikte binlerce hizmetçi de gömülürdü. Başka toprakların, coğrafyaların
efendilerinin de yanlarında köle ve hizmetkarlarıyla öbür dünya yolculuklarına
çıktığı malum. Biz firavunları andık, çünkü onlar devasa piramitleri ve
maiyetleriyle her yerdekinden daha iştahlı, daha kanlı bu konuda. Bu kanlı kortejde, gömüldükleri piramitlerin
inşasında çalışanlar da olurdu. Her şey firavunun tatlı canının ölümden sonra
da rahat etmesi içindi. Ölümden sonraki
yaşamda da kölelere, hizmetçilere ihtiyaç duyardı bu beyler. Ölenle ölünürdü,
mecbur. Bugün artık böyle şeyler yok. Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir.
Toplum ve şiddet
Şiddet, toplumların temeli ve ruhudur. Şiddetin nasıl
örgütlendiği, nasıl işlediği, toplam şiddetten kime ne pay düştüğü, o toplumun
örgütlenmesinin niteliklerini verir. “Uygarlık Tarihi”nin yazarı Norbert Elias, şiddet sorununu bir
uygarlık sorunu, daha da doğrusu, uygarlık ölçütü olarak görür: Şiddet ne kadar
sönümlenmiş, ne kadar dolaylanmışsa, o toplum o kadar uygardır. Sigmund Freud da şiddetle uygarlık
arasında bir bağ kurar, Elias’a göre
biraz farklı bir yolla, fakat yakın bir sonuca ulaşır: Dürtüler, bir yanı ölüm
bir yanı yaşam peşinde olan ve daima bir tür şiddetle beliren dürtüler, bastırılarak
uygarlığa ulaşılır. Bu anlamda baskı, uygarlığın bir bedelidir. Aslında Elias’ın bakışında da şiddetin
dolaylanması, sönümlenmesi, kurumlara, kuruluşlara, yasalara, adetlere,
geleneklere yedirilerek seyreltilmesi bir tür “bastırma, baskılama” süreci olarak tasvir edilir.
Devletin şiddet tekeli, şiddetin serbest, denetimsiz, başıboş
yüzmesine karşı mücadele fikrine dayalı bir söylemle meşrulaştırılır. Böylece Thomas Hobbes’un formüle ettiği
herkesin herkesle savaştığı toplum kabusundan kurtulunacaktır. Şiddetin başıboş
yüzdüğü toplumda uygarlık ve merkezi yönetimin meşruiyeti sorunu vardır; en
şiddeti savunan, en faşist devlet için de bu böyledir.
Vurun kadına!
Toplam şiddet insan ilişkileri, grup ilişkileri ve tüm
politik süreçlerdeki ilişkilerde dağılır. Devletin şiddet tekelinin evdeki
lehdarı ve memuru aile babası, devletin erkek oluşa ayırdığı şiddet
yetkilisidir. En bireyci burjuva devlet yapılanmasında bile hala devam eden “erkek şiddeti”, bu tarihsel
işbirliğinin kolay silinmeyecek izidir. Bugün kadına yönelik şiddetin yoğunluğu
ve sürekliliği, otoritelerin bu soruna karşı üzüntü beyanından öteye geçmekte
ayak diremesi, bu tarihsel şiddet algısının tezahürüdür. Neredeyse her gün
görülen, en son bir parlamenterin bile mağdur haline geldiği kadına yönelik
şiddetin sıklığı ve yoğunluğunun boyutlarından biri, devletin ve toplumun, “aile babası”ndan, yani “erkek”ten
şiddet yetkisini alma konusundaki isteksizliği, değilse beceriksizliğidir.
İşyerinde şiddet
Şiddetin tolerans gördüğü yerlerden biri de iş
ilişkileridir. Devletle sınıflar arasındaki ilişkilerde şiddetin örgütlenişi,
egemen sınıfların korunması protokolleriyle belirir, fakat mesele bundan ibaret
değil: İş ilişkilerinde kullanılan enerjinin örgütlenişi, şiddetin
paylaştırılmasının bir başka yüzüdür. İşçi güvenliğine yönelik özen ve bu özeni
geliştirmeye yönelik politik kararlılık, toplam şiddetin işçiye daha çok ölüm
olarak pay edilmemesini hedefler; işçinin çok öldüğü yer, ekonomik açıdan güçlü
olanın daha da güçlenmesi için çalışanların ölümünün bir tür görev olarak
görüldüğü yerdir. Firavunun rahatı
gereği çalışanın ölmesi, kadim egemenlik metafiziğinin gereğidir.
İstanbul İş Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi bildiriyor:
2012 yılında en az
867 işçi iş kazalarında hayatını kaybetti. Bunların 15’i 14 yaş ve altı,
19’u 15-17 yaş arası çocuklar. Üstelik bu “iyi” bir sene, yılda 1500 işçinin
öldüğü yıllar var. 2000 yılından 2012’ye kadar toplam can kaybı 12 bin 686.
Özetle, yılda 1000’den fazla canı çalışırken kaybediyoruz. En fazla canı, en
sevilen sektörümüz alıyor, yüzde 30’a yakın bir rakamla inşaat. İkinci sırada
yüzde 10’la madencilik ve taş ocakları, üçüncü sırada yüzde 8’e yakın bir
rakamla su-elektrik-gaz işleri var.
Şiddete karşı
mısınız?
Devlet yetkililerinden, politikacılardan, ideolojik
ayakçığılın güncel figürü kanaat önderlerinden sık duyduğumuz “Biz şiddete
karşıyız” sözüne inanmadan önce, cinsiyet ve çalışma alanındaki şiddet
örgütlenişine bakmak gerekir: Evde babanın, işyerinde patronun dediğinin olması
için düzenlenmiş toplumlarda kadının canı erkeğin şefkatine, işçinin canı
patronun merhametine terk edilmiştir. Kadının ve işçinin başına iş geldiğinde
güveneceği otorite bunlar olacaksa, şefkatin öfkeli, merhametin zalim
ortamların duygusu olduğunu hatırlarsak, çare sadece talihe kalmıştır. O yüzden
devlet yetkilileri, “Kader, kaza, kör talih” sözlerini pek severler. Bu, AK
Parti’nin ideolojisindeki İslami rengin bir görünüşü değildir sadece, ondan
öncekilerin de, sonrakilerin de sıkı sıkıya sarılacağı bir meşruiyet
tekniğidir. Bu teknik içinde, cenaze namazına katılıp “hakkını helal etmek” de
yer alır; ölene soramıyoruz çünkü hakkını helal edip etmediğini…
Muhalefetteyken iktidara “iş cinayetleri üzerinden”
saldıranlar, iktidara gelince konuyu salıverirler. İktidar da muhalefet de işçi
ölümlerinin engellenmesi için işverene karşı politik irade kullanılması
gerekmediğinden emindir. Bu nedenle tazminat hukukumuzda hala “sebepsiz
zenginleşme anlamına gelecek” yükseklikte tazminatlara hükmedilmez. Kâr esası,
can esasından üstün olan hukuka da hukuk denirse artık…
Ayda 80’den fazla kişinin iş kazalarında can verdiği
ülkede, sadece 50 kişi yürüyor. Sadece iş kazalarında can kaybetmiyor ülke,
başka kazalarda, başka şeyleri de kaybetmiş anlaşılan. Ölüm pahasına elde
edilen satın alma gücüyle, çağdaş piramitlerde, alışveriş merkezlerinde geziyor
kalanların çoğu. “…proterleşme bir bilgi kaybı sürecidir, bilenin ve varoluşun
kaybıdır” diyor Bernard Stiegler, artık tüketicinin de bilişsel ve kültürel
teknolojiler eşliğinde proleterleştiğini, yani “pratik ve yaşamsal bilgi ve becerilerini” kaybettiğini saptadığı
kitabında. (Politik Ekonominin Yeni Bir Eleştirisi İçin, Monokl Yayınları)
Hasılı, bu yeni firavunlar çağında yine bedeniyle ölenler
toprağın altına, ruhuyla ölenler alışveriş merkezlerine gömülüyor. (15 Ocak 2012, Radikal)
Yorumlar
Yorum Gönder