Ekonomik Guantanamo yasası geliyor
‘Terörizmin finansmanı’nı
önleyeceği söylenen tasarı,
istenmeyen herkesin
ekonomik faaliyetini
bitirmeyi mümkün kılıyor.
Bir tasarı var Meclis’te. Hızla geçiyor. 22 Şubat’a kadar yasalaşması bekleniyor. Türkiye’de kamuoyunun dikkatini ilk Prof. Adem Sözüer, Radikal’de Ezgi Başaran’a verdiği söyleşide çekti. Adı, “Terörizmin Finansmanının Önlenmesi Tasarısı.”
Ne diyor tasarı? Tasarıyı kabul etmiş ülkelerden biri, bir
kişinin ya da şirketin malvarlığının “terörle mücadele” kapsamında el
konulmasını istediğinde, el konuluyor. Hükümet bu tasarının arkasında. Yeni TCK
ve CMK’nın oluşumunda ciddi payı olan Adem Sözüer’e göre, tasarını yasalaşması
için uluslararası baskı var. Uluslararası demek, başını ABD’nin çektiği birkaç
başka batılı ülkenin talebi demek. Sözüer, tasarı yasalaşırsa her şirketin
batırılabileceğini söylüyor. Çünkü malvarlığını dondurma için mahkeme kararı
gerekmiyor. Mahkeme kararı gerekmeden, Bakanlar Kurulu kararıyla alınacak
kararlar.
(Tasarıya ilişkin partilerin bakışı, bugünkü Radikal’de
Mehmet Bilber’in haberinde var.)
Nedir bu? Şirketlerin, ülke sınırlarında ya da uluslararası
ölçekte ticaretle meşgul olanların malvarlığını dondurma için, el koyma için,
faaliyetlerini engelleme için mahkeme kararı aranmaması ne anlama gelir?
Tekrar olacak, ama hep aynı noktadayız: Giorgio Agamben,
Batı demokrasilerinde özellikle ikinci dünya savaşı yılları ve öncesinde
neredeyse salgın halinde görülen “olağanüstü hal” uygulamasının, ABD’nin başını
çektiği neoliberal küreselleşme döneminde olağan bir yönetim ilkesine
dönüştüğünü söyler. İtalyan düşünürün ‘Olağanüstü Hal’ adlı kitapta uzun uzun
incelediği bu eğilim, Guantanamo’yu mümkün kılmıştır. ABD, tüm hukuki
tanımlardan özenle soyulmuş, çıplak yaşamın (ölümü ya da kalımı hukuki sonuç
doğurmayan yaşamın) üretildiği/yerleştirildiği ikinci dünya savaşı kampını
yeniden ve normalleştirerek üretmiştir. Guantanamo’nun özelliği şudur: Ne
yurttaş, ne “düşman”, ne de aslında “yabancı”dırlar; Batı hukuk tarihinin tüm
gelişmeleri ve koruyucu mekanizmaları dışlanmıştır bu hukukun dışındaki kara
parçasından. Orası, 2. Dünya Savaşı’nın toplama kamplarındaki gibi, hukuki
durumları özenle belirsizleştirilmiş, yaşamları, varlıkları hukuki tartışma
konusu yapılmayacak, haklarından soyutlanmış insanların mekanıdır.
İşte şu an Meclis’te bulunan tasarı, kamu yönetimi
alanındaki “kamp” mantığını, Guantanamo’yu var eden mantığı, “öldürülmeleri
hukuki tartışma konusu yapılmayacak” insan üreten mantığı ekonomik alanda da
kurumlaştırmayı hedefliyor. “Terör” kavramının yardımıyla ceza hukuku alanında,
politik arzuları, hedefleri beğenilmeyen insanları kolayca öldürülebilir hale
getiren küresel eğilim, ekonomik alanda
da benzer türden insanları iktisaden kolayca öldürülebilir hale getiriyor.
Tasarı, açıkça, küçüğüyle büyüğüyle burjuvazinin, yani
kapitalistik dönemin batı yönetimlerinin hukuklarının temel iddialarına aykırı.
Sadece idari makamlarda, ağırlıklı olarak da savunma ve dışişleri bakanlıklarında
verilmiş kararlar, ekonomik alanda faaliyet gösteren kişi ve kurumları yok
edebilecek.
Olağanüstü halin neo-liberal akılla hortlatılmasının kamu
hukuku alanındaki özelliklerini ve tarihini Agamben tanımladıydı; iktisatta
olan bitenler için Bernard Stiegler’in bir iddiası var. Stiegler, neoliberal
evrede kapitalizmin, aristokrasinin mirasçısı (küçüğüyle büyüğüyle) burjuvaziyi
kovduğunu, tasfiye ettiğini, yerine “çeteleşmeyi” geçirdiğini öne sürer. Bu
tasarı, Stiegler’in tezini haklı çıkarmak için özenle hazırlanmış gibi.
Türkiye, kamu-ceza hukuku alanındaki bu küresel eğilimle,
Terörle Mücadele Kanunu sayesinde 11 Eylül’den çok çok öncesinde buluşmuştu. En
son Uludere/Roboski’de tanık olduğumuz, binlerce faili meçhul ve işkenceye yol
açan “cezasızlık kültürü”, Şimdi
Meclis’teki tasarıyla ekonomik alanda da ikiz faaliyet alanını hazırlıyor. Hasılı
hukuk, ekonomik alanda da devletin ve devletler arası çetenin ayaklarına
dolanmaktan çıkarılıyor.
(29 Ocak 2012, Radikal)
Tasarının, hükümetin (Bugün için AK Parti, ama sonra başkası olacak, çünkü "kalıcı" bir düzenlemeden bahsediyoruz) Türkiye sınırları içinde arzuladığı ekonomik dönüşümü hızlandıracağını öne sürmek doğru değil. Böyle bir yan sonuç mümkünse de tasarı, küresel neo-liberal arzuların gerçekleştirilmesi için kurulan ve "küresel demokrasi" için "küresel teröre karşı savaş"söylemleri eşliğinde yürüyen silahlı hegemonik düzeneğin pekiştirilmesini hedefliyor.
Irak, Somali, Afganistan, Suriye, şimdilerde Mali gibi, İran ve Latin Amerika isyankâr demokrasileri gibi, "demokrasiye davet edilen" ülkelerin ve çıkarları bu ülkelerle ilgili bulunan şirketlerin/sermayelerin tasfiyesi amaçlanıyor, esasen. Ancak bu amaç, "davet çıkarılan ülkeler"in suçlandığı yollarla, yani yargının tamamen devre dışı bırakıldığı, çıplak güç kullanımının hukuk anlamına geldiği yolla elde edilmek isteniyor.
"Çete" karakteri de burada ortaya çıkıyor: "Diğerleri"ni demokrasiye davet eden güçler, kendilerine ait olmakla gururlandıkları ve uyduklarını söyledikleri temel (hukuki, demokratik) normlarını da çiğneyerek, "hızlı hareket edecekleri" bir birlik kuruyorlar. Bu çerçevede, ABD ve birkaç yakın müttefikinin başını çekip zorladığı sadece 36 ülke tarafından imzalanmış bir devletlerarası anlaşmaya dayandığını hep hatırlamak gerek. Bu hukuk dışılığın hilesi de basit: "Bu anti-demokratik gedik, kendi muhteşem demokrasimizi korumak için." Tipik bir neo-liberal hile bu: Demokrasi için gerektiği zaman demokrasimizi çöpe atabiliriz.
Tasarının, hükümetin (Bugün için AK Parti, ama sonra başkası olacak, çünkü "kalıcı" bir düzenlemeden bahsediyoruz) Türkiye sınırları içinde arzuladığı ekonomik dönüşümü hızlandıracağını öne sürmek doğru değil. Böyle bir yan sonuç mümkünse de tasarı, küresel neo-liberal arzuların gerçekleştirilmesi için kurulan ve "küresel demokrasi" için "küresel teröre karşı savaş"söylemleri eşliğinde yürüyen silahlı hegemonik düzeneğin pekiştirilmesini hedefliyor.
Irak, Somali, Afganistan, Suriye, şimdilerde Mali gibi, İran ve Latin Amerika isyankâr demokrasileri gibi, "demokrasiye davet edilen" ülkelerin ve çıkarları bu ülkelerle ilgili bulunan şirketlerin/sermayelerin tasfiyesi amaçlanıyor, esasen. Ancak bu amaç, "davet çıkarılan ülkeler"in suçlandığı yollarla, yani yargının tamamen devre dışı bırakıldığı, çıplak güç kullanımının hukuk anlamına geldiği yolla elde edilmek isteniyor.
"Çete" karakteri de burada ortaya çıkıyor: "Diğerleri"ni demokrasiye davet eden güçler, kendilerine ait olmakla gururlandıkları ve uyduklarını söyledikleri temel (hukuki, demokratik) normlarını da çiğneyerek, "hızlı hareket edecekleri" bir birlik kuruyorlar. Bu çerçevede, ABD ve birkaç yakın müttefikinin başını çekip zorladığı sadece 36 ülke tarafından imzalanmış bir devletlerarası anlaşmaya dayandığını hep hatırlamak gerek. Bu hukuk dışılığın hilesi de basit: "Bu anti-demokratik gedik, kendi muhteşem demokrasimizi korumak için." Tipik bir neo-liberal hile bu: Demokrasi için gerektiği zaman demokrasimizi çöpe atabiliriz.
Yorumlar
Yorum Gönder