İleri demokrasinin kamp ateşleri
Uludere’den başlayarak kış boyu yandık.
Sadece sınır
boylarında değil, işçi çadırlarında,
şimdi de cezaevlerinde.
İsimleri
cezaevleri ama onlar zindan bile değil, kamp.
İçerdekini de dışardakini de
uzlaşmaya zorlayan aklın yarattığı kamp.
ALİ DURAN TOPUZ
Yanıyoruz. Sınır boylarında, işçi çadırlarında, deprem
çadırlarında kış boyu yandık. Şimdi insan istiflenen sözüm ona ceza ve
tutukevlerinde alevler yükseliyor. Duracak bir ateş değil, çünkü “kendi
aralarında kavga eden mahkûm ya da tutuklulardan” çıkmıyor, kötü bir sistemin
çarklarından çıkıyor.
Sözüm ona ceza ve tutukevleri. Çünkü, ceza ve
tutukevlerinden bahsetmek için, mutabık kalınmış, denetlemeye açık ve hukuka
uygunluğu yani kendi açıkladığı ilkelere uygunluğu denetim sürecinde tekrar
tekrar kanıtlanabilir bir hukuk sisteminden bahsetmek gerekir. Elbette bu, ceza
ve tutukevlerini yaratan, ceza ve tutukevlerine muhtaç bir toplum yaratan
siyasal aklın aklanmasına yetmez; ama beterin beteri var.
ZİNDAN ÇAĞINDAN KAMP ÇAĞINA
Zindan çağından cezaevleri çağına geçiş arasında bir fark
vardır: Zından çağı, kralın buyruğunun hakkın yerini belirlediği çağdı. Cezaevi
çağı hiç değilse hakkın yerini “yasa”nın belirlediği çağ olma iddiasını taşır.
Bir ihtimal daha var ve o da olduğumuz yer, beterin beteri: Giorgio Agamben’in
eski Yunan’dan Guantanamo’ya kadar izini sürdüğü yer, kamp. Dünya onu en
çarpıcı haliyle Nazi döneminden biliyor: Sözde bir yasaya bile yaslanma
ihtiyacı duymayan, çünkü insanı yasayla ilişkili bir şey olarak görmeyen,
uygarlık tarihinde kapıdan kovulmuş gibi görülen çıplak siyasal şiddeti
duvarları yıkıp içeri buyur eden aklın ürettiği mekân. Çıplak insanın, aklından
ve dilinden soyulmuş çıplak insanın çıplak egemenlikle karşı karşıya
bırakıldığı yer. “(İşte) kamp, istisna
durumunun kurala dönüşmeye başladığı zaman açılan mekândır.” (G. Agamben,
Kutsal İnsan, Ayrıntı Yayınları) Gestapo şefi Diels konuşuyor: “Kampların
doğuşu ne bir emre ne bir talimata dayanıyor: Kamplar bilinçli olarak
kurulmadı; bir gün baktık ki orada burada kamplar vardı.”
Kamp, olağanüstü hal hukukunun olağan rejime dönüştüğü
yerde, birden bire her yerde ortaya çıkabilir. 10 kişilik koğuş 30 kişiyle
doldurulmuşsa, 250 kişilik cezaevi 1000 kişiyle doldurulmuşsa, sadece oraya
insan dolduran hukukun olağanüstü hal hukuku olduğu sonucu çıkarmakla
yetinemeyiz; bu hukuk içinde de bir eşiğin aşıldığını, zindan değil kampla
karşı karşıya olduğumuzu görürüz.
LAYÜSEL İKTİDAR
İktidarsa sorumluluk kabul etmiyor. Hiçbirinde etmedi.
Etmeyecek. Sorumsuz bir iktidar. Layüsel. Fakat bu da zaten kampın yaratılış
koşullarından biri: O çıplak egemen olarak, egemenliği uygulamak için kendi
iradesinden başka bir kurala bağlı değildir.
Demokrasilerde sorumsuzluk diye bir kural olmadığına göre
yönetimin demokrasi inancı yok. Fakat bu önemli değil, devlet yönetimleri,
egemenliği kullananlar demokrasiye inanmazlar zaten; tek dertleri onu tahkim
etmektir, her gün biraz daha. Sadece hep yandaki arsayı isteyen kapitalist
aklın siyasetteki hali: Sadece hep muhaliflerin gücünü de temerküz etmek ister.
İktidarlar ya demokrasiye zorlanırlar, ya da zorla yaptırdıkları şeyleri
demokrasi diye yine zorla yutturmaya bakarlar. Cezaevleri bu yüzden tıklım
tıklım: İktidarı demokrasiye zorlayacak siyasal mücadele arayışındakilerle dolu.
BİR İNSAN OLMANIN UTANCI
Primo Levi, Nazi kamplarının içimize “bir insan olmanın
utancını” yerleştirdiğini söyler. Gilles Deleuze, şöyle yorumlar Levi’yi: “Bizi
inandırmak istedikleri gibi, hepimiz Nazizmin sorumluları olduğumuz için değil,
onunla lekelendiğimiz için: Kamplardan sağ çıkanlar bile, sağ kalmak için bile
olsa, uzlaşmalardan geçmek zorunda kaldılar.”
Evet, kamplar bu işe yarar: Ceza ve tutukevlerinden beklenen
“ıslah” ya da “ödetme”ye değil, “uzlaşma”ya zorlama. En siyasal olmayan kişi
için bile doğası gereği siyasal bir konum. İstisna tanımayan istisnai zorun işi:
Sağır dilsizler propaganda yapmaktan, çocukların örgüt üyeliği ya da örgüt
lehine eylemden, politikacıların görünür ya da görünmez, delilli ya da delilsiz
mesleki ya da politik faaliyetlerden “içeri” alınması. Ya güçle uzlaşırsınız ya
da kampta çürürsünüz. Sanık hakları, tutuklu hakları, mahkûm hakları da ne? Üstelik
kamp, sadece içindekini değil, dışındakini de uzlaşmaya zorlar; mücadele ve
müzakere yaparak siyasal sonuç alma anlamında değil, dehşete aklını, ruhunu,
ahlakını teslim ederek boyun eğme anlamında.
“DÜNYAMIZI ELİMİZDEN ALDILAR”
“Dünyaya inanmak, bizde eksikliği en çok görülen şey budur;
dünyayı tamamen yitirdik, onu elimizden aldılar.” Gilles Deleuze, Toni
Negri’yle 1990’daki söyleşide böyle diyordu. (Müzakereler, Norgunk yayınları) Filozofun
sözündeki karamsarlık, gerçekte bir yılgınlık beyanından çok, direniş imkânları
araştırmasındaki birinin hareket noktasıdır: Dünyamızı aldılar, geri almanın
yollarını bulmak zorundayız.
Sözdeki karamsarlığa katılmasak da her gün olan bu, her gün gecenin
yeniden gelmesi gibi, her gün egemenlik ağı hepimizi yeniden sarar; aynı mekanikle,
aynı kesintisizlikle, aynı kayıtsızlıkla. Dünyanın gecesi kendiliğinden gündüz
olur, siyasetin olmaz. Gecede kalmamak için, kamp utancının bulaşmaması için bir mum yakmayı başarmak
mecburiyeti var. Deleuze’ün dediği gibi: “İhtiyacımız olan ahlaki ve
sözde-uzman bir bilgeler komitesi değil, hak sahibi gruplardır.” Ya hak sahibi
gruplardanız ya hak gasp edenlerden.
Yorumlar
Yorum Gönder