Kenan Paşa çok mutludur! (12 Eylül iddianamesi üzerine)
Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya’nın adlarının sanık
hanesinde yazılı olduğu 12 Eylül iddianamesini nihayet gördük.
“Hani yargılanamazdı, bak yargılanıyor işte” diyenlerin,
diyeceklerin iddianameyi okumamış olduklarını varsayıyorum. Çünkü iddianame,
yargılama için değil doğrudan yargılamama için yazılmış. Ne mi demek istiyorum?
Gelin iddianamenin üzerinden adım adım gidelim. Uzun bir yazı olacak, ama uzun
bir tarih var arkamızda; ona bakarsak yazı da iddianame de hayli kısa…
Saded.
ŞÜPHELİLER
BU KADAR MI?
İddianamenin “Şüpheliler” kısmında Ali Tahsin Şahinkaya ve
Ahmet Kenan Evren isimleri var. Pek güzel. Güzel de dönemin sıkıyönetim
komutanları nerede? Vali olarak, belediye başkanı olarak atanan askerleri
nerede? Ceza ve tutukevlerini yöneten komutanlar nerede? İnsanların toplanıp
işkence edildiği, sorgulandığı emniyet birimlerinin sorumluları nerede? Ölen
öldü, tamam, ya kalanlar? Mesela darbenin başbakanı, emekli oramiral Bülend
Ulusu beyefendi nerede? Çeşitli bakanlıklar, bakanlar vardı, onlar nerede? Yoksa
bu bir suç teşkilatı değildi de beş generalin rüya görmek suretiyle yaptıkları
bir iş miydi? Üçü öldü, kaldı ikisi, onunla mı idare edelim diyorsunuz?
SEVK MADDESİ HATALI:
İNSANLIĞA KARŞI SUÇ NEREDE
Öncelikle, bir iddianamenin en önemli öğesine, sevk
maddesine bakalım: 765 Sayılı Türk Ceza
Kanunu’nun 146, 80, 31 ve 33. Maddeleri. Pek güzel. Referandumla yargılamaya
engel anayasa maddesinin kalkmasının yeterli olacağını düşünmüş savcılar. Bu da
güzel.
Fakat neyi yargılıyoruz biz?
Bir toplumun kaderiyle, ağır zulümler yapıp kan dökeren oynayan
bir örgütlü askeri gücün kötülüklerini mi, beş generalin “bir hata”sını mı?
Eski TCK’ya hakim olan suçlama mantığı, ceza maddelerinin düzenlenişi ve
yargılamaya dair (zamanaşımı gibi) kurallar bu davanın tamamlanmasına yetmez.
Oysa yargılamanın yapılmasını sağlayacak ana tutamak yeni TCK’da mevcut. Yeni
TCK’nın “insanlığa karşı suçlar”ı düzenleyen 77. Maddesine başvurulmadan 12
Eylül yargılamasını sağlıklı biçimde tamamlamak hayal. Yeni TCK madde 77,
insanlığa karşı suçlarda zamanaşımı işlemeyeceğini hükme bağlıyor. Maddedeki
suç tanımları da 12 Eylül döneminin fiillerinin neredeyse tamamıyla örtüşüyor;
ki hepsiyle örtüşmesi de gerekmiyor. (Konunun önemini, mantığını ve nazikliğini
iyi anlatan bir yazı için Orhan Kemal Cengiz’in 20 Mayıs 2011’de Radikal’de
çıkan yazısına bakılabilir. Cengiz’in bu tercihin hata olacağına dair uyarı
niteliğindeki yazısı için: http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=RadikalYazar&Date=20.05.2011&ArticleID=1049898)
SUÇ TARİHİ BİLE
SORUNLU
Suç tarihi olarak, 02/01/1980 Tarihi, 12/09/1980-06/12/1983)
arası zikrediliyor. İlk tarih, uyarı mektubu tarihi, son tarih ilk serbest
genel seçimin tarihi. Bu tarihler yargılama sürecinde esneyebileceği için
“hata” demek istemem. Fakat bir ironiye dikkat çekmek gerek: Seçimler, 12
Eylül’ün yaptığı anayasa şemsiyesi altında yapıldı; anayasa suç muydu, değil
miydi?
Aslında, 12 Eylül’ün gerçekten yargılanması için 12 Eylül
anayasasının yok edilmiş olması gerekir ki bu “kendi kuyruğundan kendisini
yutmaya başlayan balık” meselini tekrar tekrar yazmaya gerek yok.
DELİLLER?
GENELKURMAY’A NİYE GİRMEDİNİZ?
Gazete haberleri, söyleşiler, gazetecilerin hazırladığı
belgeseller vs’nin neden delil olduğunu sormayacağız elbette. 201552 sayılı
1980 tarihli Bayrak Harekat Direktifi başlıklı gizli devlet belgesinin varlığı
da iyi bir alamet. Resmi gazete nüshaları ayrı bir ironik hal.
Fakat deliller bölümünde asıl hayal kırıklığı yaratan şu:
Darbeci paşalar, TSK’yı yönetiyorlardı. İlerde olaylar-olgular bölümünde anlatılan
olaylarla bir bağlarının bulunup bulunmadığı dahil, çok sayıda belge ve
bilginin Genelkurmay Arşivlerinde bulunuyor olması gerekir. Peki, dönemin
örneğin hiç değilse iddianamede belirtilen suç tarihleri arasındaki Genelkurmay
evrakı neden toplanmadı? Gazetelerde yazanların, gazetecilerin yaptıkları
işlerin, mağdurların yazdıkları kitapların, verdikleri söyleşilerin hepsini biz
de biliyoruz. Biz vatandaşız ve 12 Eylül suçlarının ne olduğunu iyi biliyoruz.
Sadece bunlarla da ceza verilebilir bu da tamam. Fakat, son dört yıldır kozmik
odalardan tarlalara kadar her yeri basıp arayan yargı, neden burada bu basit
delil imkanını değerlendirmemiş? Dönemin Genelkurmay ve Sıkıyönetim
komutanlıkları arşivlerinde yoksa mahkemelerde görülmemesi gereken şeyler mi var?
SEMBOLİK HATA:
DEMOKRASİ HANGİ DİLDEYDİ?
İddianamenin niteliğini, hukuki kalibresini, iddianamenin
içindeki bir tartışma çok iyi veriyor; hayır, hukuki bir tartışma değil bu.
Savcıların demokrasi, hukuk, hukuk devleti ve benzeri konulardaki bakış ve görüşlerini
anlattıkları bölümden bahsediyorum. Gereksiz demeyeceğim, çünkü bu çapta ve
politik karakterde bir davada yer almasında hiçbir hukuki sakınca olmayan bir
bölüm.
Fakat bölüm, iddianamenin ne kadar hızlı, ne kadar konunun
ruhuna uzak hazırlandığının bir alameti. Efendim, iddianamemize göre, “Demokrasi,
Latince bir deyim olup, halk anlamına gelen "demos" ile
"egemenlik-iktidar" anlamına gelen "kratos" kelimelerinin
birleşiminden meydana gelmiştir.” Bu cümleden önceki paragraftaysa,
demokrasinin 2500 yıl önce antik Yunan’da oluşan bir kavram olduğu dile
getiriliyor. Şimdi, “Demos” ve “kratos” Latince değil, Yunanca diyor hukuk ve
siyaset kitaplarıyla sözlükler. Akademi sınavında değil, hukuk kavgasındayız
ama bir sözlüğe bakmayan iddianame hazırlayıcılarının bakmaları gereken başka
neleri unutmuş olabileceğini düşününce tuhaf oluyor insan.
Sonra Rousseau’dan cumhuriyet döneminin bir anayasa tarihi
veriliyor ki muhtaç olduğu incelemeyi siyasetbilim ve hukuk tarihçileri
yaparlar herhalde.
STANDART 12 EYLÜL
KRONOLJİSİ
İddianamenin II. Bölümü, darbe öncesi önemli terör
olaylarını ele alıyor.
Burada da hayli sorun var.
Girişte öğretmenlerin toplumdaki ideolojik akımların boy
gösterdiği ortamda, öğretmenlerin (solcular TÖB-DER. sağcıların ÜLKÜ-BİR
olarak) ve polislerin (solcuların POL-DER, sağcıların POL-BİR olarak), karşıt
görüşlü gruplara ayrıldığı, diğer meslek gruplarının da aynı durumda
bulunduklarından dem vurulduktan sonra, ekonomik kriz ortamının etkilerine
geçiliyor ardından kurgu tamamlanıyor: Büyük olaylarda herkesin gördüğü failler
bir türlü yakalanamıyor, bazı olaylarda bizzat güvenlik güçleri kullanılıyor,
bunların ülke yönetiminin askerlerin eline geçmesini isteyenler tarafından
yapıldığına hükmediliyor ve şöyle bağlanıyor: “şüphelilerin denetiminde bulunan
askeri yönetiminse, ülkenin kaosa sürüklenerek darbe şartlarının oluşmasını
bekledikleri sonucuna varılmaktadır.”
Ardından vakalar sıralanıyor: 1 Mayıs 1977, postayla
gönderilen bombalar, 16 Mart katliamı, 1978 Sivas olayları, Kahramanmaraş
olayları, Abdi İpekçi’nin öldürülmesi, Çorum olayları, Fatsa Operasyonu,
Cumhurbaşkanlığı Seçimleri, Erbakan’ın (MSP’nin Konya mitingi)…
BİR “SAĞ TEORİ”NİN İDDİANAME HALİ
Artık bir tür “resmi tarihin 12 Eylül kronolojisi” haline
gelmiş bu olayların anlatım ve değerlendirmesinde, iki özellik göze çarpıyor:
Maraş gibi önemli bir olayda, daha iki hafta önce bir
gazetede (Radikal) çıkan bir yazı dizisi delil; zamanında yapılan Maraş
yargılamasının dosyasından bile söz edilmiyor. Ökkeş Kenger (Şendiller) ve dönemin
MHP’lileri bir tür tanık olarak yer alıyor; haliyle onların çoğunluğu
suçlamalardan kurtulmak için anlattıkları şeyler, “Maraş teorisi” olarak
iddianamede yer almış oluyor. Fatsa ise “kötü sol kabus” olarak güzelce tasvir
edildikten sonra, askerin oraya müdahalesi, “Siyasilere mektup verebilen, henüz
sıkıyönetim bile ilan edilmeden Fatsa’da hemen işi bitiren güç, Maraş’a niye
etmedi” sorusuyla bağlanarak kuvvetli bir delil bulunmuş oluyor. Fakat
iddianameden hangi dönem hangi hükümetin bulunduğunu, müdahale için siyasi
talimatlar verilmiş olup olmadığını anlamak mümkün değil. Mevcut anlatımla
söylenecek tek şey var: Kenan Evren da aynı şeyleri anlatacak, “İşte o yüzden
yaptık” diyecektir, nitekim 12 Eylül sonrası gece gündüz burada anlatılanları
anlattı Kenan Evren. Bu yüzeysel incelemeyle iddianamenin bu bölümünün, “12
Eylül’ün oluşumuna dair sağ teoriyi”, yani darbenin yapılış öyküsünü, darbeye
karşı iddianameye çevirmiş olmaktan başka bir şey yapmış olmuyor.
KENAN PAŞA DA
DENGECİYDİ
İddianamenin VI. Bölümünün “1.Askeri Darbe Yönetimince
Gözaltında ve Cezaevlerinde İşkencelere Dair İşkence Mağdurlarının Beyanları”
başlıklı kısmı, özel bir önem taşıyor: Muhsin Yazıcıoğlu’nun işkence
anlatımlarıyla başlıyor, Nimet Tanrıkulu’yla devam ediyor.
Bu bölüm bittiğinde, en çok ve en ağır işkenceleri
MHP’lilerin gördüğünü, solcuların da arada kaynadığını düşünebilir insan. Öyle
düşünmedim, MHP’liler de görmüştür evet ve bu da insanlık suçudur; fakat olay
anlatımında olduğu gibi işkence anlatımında da “sağ teori” desteklenerek, 12
Eylül’ün “siyasi soykırım”ı, yani (Türk ve Kürt) sosyalistleri toplumun kılcal
damarlarından sökme işlemi es geçilmiş oluyor. Bunun hukuki değil, politik bir
seçim olduğu açık. Kenan Evren de aynı dengecilikle bakardı olaylara…
Bir de özel bir ibare: “İdam edildiği zaman 18 yaşından
küçük olduğu iddia edilen Erdal Eren.”
Bu ibare, iddianameyi hazırlayan bakışın objektif olma çabasını mı
gösteriyor? Öyleyse sevindirici tabii; ama ne yazık ki “sağ teori”yi ne kadar
benimsediğini gösteriyor sadece, Kenan Paşa’yı daha suçlarken bile aklayan
bilinçaltının çarpıcı bir örneği.
Bu bölümün “2. 12 Eylül Darbe döneminde Gördükleri İşkence
Nedeniyle Şikayette Bulunan Müştekilerin Beyanları” kısmı üzerinde özellikle
durmuyorum, neticede müşteki olarak başvuran kişilerin beyanlarıdır;
iddianamede olmayan kısımlar da iddianamenin eki olarak var olacağı için
savcıların özel bir tercihini aramak gerekmez.
ÇARPICI İŞKENCELER
İddianamenin en çarpıcı bölümü, işkence tanım ve
tasvirlerinin yer aldığı bölüm. Bu bölümdeki anlatımlar bile 12 Eylül
darbecilerinin ve darbe rejiminin faşist karakterini anlamaya yeterli. Yeterli
fakat bu anlatımlar okunduktan sonra neden “insanlığa karşı suç” kavramından
yola çıkılarak modern ceza hukuku mantığına daha uygun bir yargılama yolunun
tercih edilmediği sorusu güçlenerek akla gelir.
**
DEMİREL KİMDİ
DEMİREL?
Hasılı, sevk maddesinden sanıklarına, tanıklıklardan
delillere kadar sorunlu her şey.
Darbecilerin devirdiği Başbakan olarak Süleyman Demirel’in
ne ifadesi, ne tanıklığı var. Dönemin yasak almış başka politikacıları da yok
ortada. Müşteki olmaları mı gerekiyordu ille? Bu çapta bir suç, resen
araştırmayı, konuşmayı, tanık ve delil toplamayı gerektirmiyor mu yoksa?
Kürt meselesine hiç girilmiyor ki bakımdan 12 Eylül’ün ve
bugüne kadar gelen 12 Eylül’ün (Terörle Mücadele Kanunu, sıkıyönetim
uygulamalarının test edilip sistemin içine sokulmuş hali değil mi?)
perspektifinin yargısal bakışta da paylaşıldığı anlamına geliyor muhtemelen.
Denk bir sol-sağ varmış da, bu kötüye kullanılmış da, Fatsa
bunu iyi göstermiş de, darbe yapılıp demokrasi bozulmuş da… 24 Ocak yoksa,
solun/sosyalistlerin zalimane tasfiyesi yoksa, Kürtlerin savaşa itilecek kadar
bastırılması/yoksanması çabası yoksa, “delil” yaptığınız İpekçi cinayeti gibi “karanlık
dosyalar”ın açılmasına yönelik hiçbir adım yoksa, kimi yargılıyorsunuz siz Allah
aşkınıza? Pardon, doğru soru şu: Kimi kandırıyorsunuz siz Allah aşkınıza? (10 Aralık 2012, Radikal)
AYRICA
İddianame çıkmadan hemen önce yazılmış bir yazı için:
ve
12 Eylül sonrasına dair kısa bir kronolojik bakış için:
Yorumlar
Yorum Gönder