Afedersiniz ama sorun 'biz'de değil mi?
“Bizde ayrımcılık olmaz. Bizde ırkçılık olmaz. Bizim
kültürümüz, tarihimiz, dinimiz bunlara karşı. Biz yüzyıllardır çeşitli
milletler hep birlikte yaşadık. Biz hoşgörü toplumuyuz… Biz…”
Doğru mu bunlar? Bakalım.
BİR SPİKER
Bir spiker (Müge Anlı) Van depreminden sonra şunları
söyledi:
“Herkes
haddini bilecek. Yeri geldi mi taş atacaksın, Mehmetçik’i kuş avlar gibi
avlayacaksın sonra zor günlerde canım cicim deyip, yardım isteyeceksin. O
polisler hemen yardımına koştu oradakilerin. O taş atanların eli kırılsın.
Askerlerimize polislere zeval vermesin.”
Suç duyurusu
yapıldı. Savcılık takipsizlik verdi bu hafta. Yani artık herkes, örneğin bir
savcı da bu sözleri rahatlıkla söyleyebilir.
Devlet,
hükümet yetkilileri hep “Biz PKK ile Kürt yurttaşlarımızı ayırıyoruz” diyor. Spikerin
sözlerinde ayrılıyor mu? “Taş atan ve Mehmetçik’i kuş gibi avlayan” kim? “Kürt
yurttaşlar” mı, “PKK’lılar” mı? Van depreminde evi başına yıkılıp yardım
çağrısı yapan kim, “Kürt yurttaşlar” mı, “PKK’lılar” mı?
Türkiye
Cumhuriyeti kanunlarına göre polise taş atmak da, askere kurşun sıkmak da suç;
bu söz Kürt depremzedelerin hepsini “kanunda suç sayılan fiili işlemek”le itham
ediyor. Adı belli tek bir kişiye söylenseydi, “madde-i mahsusa isnadı”ndan dava
açar ve kazanırdı; demek bütün bir halka söylenince suç değil!
BİR GENÇ
ŞARKICI
TRT Eurovision
şarkı yarışması için genç bir müzisyeni (Can Bonomo) seçmiş. Açıklamalarına
bakılırsa şiire, müziğe ve illüstrasyona, kısaca sanata vermiş kendisini.
Ardından “ayrımcılık yapmayan, ırkçılık, haşa yapmayan” toplumumuzdan birileri
gencin Yahudi oluşuna yaslanan kara propagandaya başladı. Bir televizyon
kanalında gencin kendisine de soruldu; heyecan ve telaşla “Ben Türk’üm,
Türkiye’yi temsil edeceğim, İsrail’i değil. Yahudilik bir dindir” türü sözlerle
kendisini savunmaya çalıştı. Evet, utanmadan soruldu. Konu sadece etik değil,
yasal yanı da var: Anayasa, kişilerin dini, siyasi, felsefi vb. kanaatlerini
açıklamaya zorlanmasını yasaklıyor. Ne gam. “Biz” sorduk gitti.
BİR
AKADEMİSYEN
Bir
akademisyen (Anıl Çeçen), Meclis çatısı altında (savaş, terör vs. hakkında
söylediği vahim şeyler bir yana) Kürtlerin üreme hızını akıl almaz teoriler
eşliğinde tartışma konusu yapmaya cüret etti:
“… neden bugün
Türkiye'de Türklere yönelik doğum kontrolü yapılırken, işsiz ve yoksul
Kürtlerin 10 çocuğu var. Araştırdım, Dünya Bankası fonlarından para yardımı
yapılıyor. Burada bir plan, emperyal proje var. Kürt kardeşlerimizin bunu
düşünmesi gerekir.”
Haberlerden
anladığımız, kendisine hiçbir itiraz yönelmiyor, saygın ve şanlı akademik
görevine, görevini yapmış yurttaş rahatlığıyla dönmek üzere selametle
uğurlanıyor. Dahası da var: Bu sözler, gov.tr uzantılı bir internet sitesinde
yayınlanıyor; alıntıyı oradan yaptım.
“Kürt
kardeşlerimizin bunu düşünmesi gerekir” ifadesindeki babacan sevecenlik, ilk
bakışta “Herkes haddini bilecek” sözündeki spiker sinirliliğinden uzak gibi;
aradaki fark sadece ikisinin eğitimi. Eğitimi yüksek olanın lafları gramere
daha uygun ama daha az ırkçı değil.
Neyi düşünecek
Kürt kardeşleri peki bu akademisyenin? “Çok çocuk, modern öncesi toplumlarının
eğilimidir. Çok yapılır azı yaşar. Çocuk ölümlerinin azaldığı modern
toplumlarda bu eğilim tersine döner. Bizimkiler çok ölüyor da ondan” mı
desinler kendisine?
Tespiti buysa,
çaresi ne peki akademisyenin? Bu yazıda konu edilmeyen bölümde “savaş hali
uygulayalım” diyor zaten, “insan haklarını boşverelim...” İnsan haklar
profesörüymüş!
SORUN “BİZ”DE
Sahi, Meclis üyeleri
nasıl tepkisiz dinleyebiliyor bunları? Bu soruya yanıt için, girişteki “biz”li
cümlelere dönmeli.
İlk vakada
Vanlılar “biz”den olmayanlar ilan ediliyor; ikincide şarkıcı genç “biz”den değilmişsin
öyle mi sorusuna çaresizce yanıt arıyor, üçüncüde “Kürt kardeşlerimiz” üreme
hızlarıyla “biz”in dengesini bozuyor.
Sorun “biz”de yani. “Biz” varsa çünkü bir de “onlar”,
“ötekiler”, “berikiler” olur. Bu “biz”li nutuklar, söylediklerinin içeriğini
sadece boşaltmıyor, tamamen tersine işaret ediyor; güncel hayatımızı zehir eden
her yakıcı soruna körük işlevi görüyor.
Bu neden böyle
oluyor?
Çünkü, ne yargı sistemi ve ne toplumsal politikalar nefret
ve ayrımcılığa karşı (“devlete ve milleti hakime”ye yöneltilmiş söz ve eylemler
hariç) kuvvetle mücadele etmeyi öngörüyor.
Bırakın mücadele öngörmeyi, “şiddet ve ayrımcılık” dili
bizzat mücadele üretmesi beklenen yerlerin anadili. Bu sorun, “normalleşme ve
demokratikleşme” mücadelesi sürdürdüğünü iddia eden bir yönetimin, kadim devlet
ve millet anlayışını canı gönülden benimsemesi yüzünden ne tartışılıyor, ne de
ortadan kalkacak gibi duruyor.
Umutlu olabilmek için, yukarıdaki vakalarda durumun başka
türlü gelişmesi gerekirdi; hem yasal, hem ahlaki hem de vicdani açıdan. Ama
anlaşılan Türkiye’nin yürürlükteki tek yasası Terörle Mücadele Yasası, tek aklı
“tüccar siyaset” aklı, tek vicdanı da devlet vicdanı…
HÜKÜMETİN DİLİ
Bir defasında bir Kürt politikacıyla konuşurken, Kürtlerin
“ikinci parti” olarak AK Parti’ye yönelmesinde dinsel tutumlarının dışında ne
gibi sebepler gördüklerini sormuş, şu yanıtı almıştım:
“Biz de bunu hep araştırıyoruz. Nereye gitsek duyduğumuz
şey, AK Parti’nin dilini temiz bulmaları. Kürtler hakkında, Kürt politikacılar
hakkında, dağdakiler hakkında yaygın incitici bir dil var, AK Parti’de bunu
görmemesi halkın sempatisini artırıyor.” O zaman cumhurbaşkanı olmayan Abdullah
Gül’ün dilini de örnek olarak göstermiş, sevildiğini söylemişti.
Ama bunlar çok önceydi. Açılımdan önce, Başbakan Zerdüşt’ü
keşfetmeden önce, Cumhurbaşkanı “misliyle intikam” demeden önce ve İdris Naim
Şahin bakan olmadan çok önce…
Yorumlar
Yorum Gönder