Büyüttüm besledim asker eyledim
İnsan ölmeden asker doğmaz.
Vesayetçi arzu ve eylemleri
tartışılan ordunun
sıra
kışladaki intiharlara gelince
korumaya alınması,
ordunun ‘toplumu adam etme’
fonksiyonunun
onayı demektir.
Asker intiharları sürüyor. Malum, son 10 yılda çatışmalarda
yaşamını yitirenlerden fazla sayıda asker kendisine kıydı: 2002’den 3 Aralık
2012’ye kadar 965 kişi. Milli Savunma
Bakanı İsmet Yılmaz, çeşitli açıklamalarında aşağı yukarı şöyle özetlenecek
bir yaklaşım ortaya koydu: “İntihar
rakamları, diğer orduların rakamlarından farklı değil. Askerlik yaşı, intihar
oranın yüksek olduğu yaşlara denk geliyor.”
Bakanlığın ve Genelkurmay Başkanlığının açıklamaları, bir
yandan “pek de olağanüstü bir durum yok” ekseninde çeşitleniyor, bir yandan da
pek olağan bir durum olmadığını da gösterecek şekilde çeşitli önlemleri
içeriyor.
**
“Askerlik adamı adam
eder.” Böyle bilir, böyle söyleriz. Devam ederiz: “Her Türk asker doğar.” Devam ederiz: “Türk milleti asker millettir.” Ve elbette ordunun kendisi ya da
diğer otorite odakları onun adına, “asker
ocağı”, “peygamber ocağı” olarak saygı talep eder. Dinsel sembollerin de
katıldığı katıksız bir özcü-milliyetçi söylemle kutsanıp korunan bu ordu nedir?
Türk-İslam vurgusunun götürdüğü ideolojik, politik
çağrışımları askıya alıp, başka bir yerden anlamaya çalışalım: Askerliğin, “adamı adam etmesi” ne demektir?
Ordular, şiddettin, biri hariç, tüm duygulardan
arındırılarak örgütlenişidir. Tek duygusu vardır onun: İtaat. Gerisi gelir.
Olağanüstü basit bir makine. Tek hedefi öldürmek ama ölmemek, tek duygusu
itaat, tek ilkesi komut. Bu, onun kime, hangi ulusa, devlete, örgüte ait
olduğuna göre değişmez.
‘Birey’den çıkan ‘asker’
Ordular, “savunma ve
saldırı” organizasyonları olarak, sadece yıkımı hedeflemekle kalmazlar,
aynı zamanda kesintisiz bir yıkım işlemiyle ayakta dururlar: Aldıkları
bireyden, “asker” dedikleri şeyi üreten
bir işlem. Asker olmadan önce var olan insan, bir dizi işlemle “asker”e çevrilir. İnsanın yıkımı,
askerin doğumudur. Sadece komutla ölen ve öldüren insan haline gelmek, önceki
insandan çıkmakla mümkün olur. “İnsan”
ölmeden “asker” doğmaz.
Türkiye’de “askeri vesayet”ten kurtuluş sürecinin, sadece
askerin siyaset üzerindeki elini bükmekle sınırlı anlamak, ordunun temel
işlevinin, cumhuriyetin kuruluşundan sonra özellikle billurlaşan ‘toplumu elden
geçirip biçimle’ faaliyetindeki rolünün göz ardı edilmesi olur. Zorunlu
askerlik, sadece “savaş gücü”yle
ilgili bir kurum değildir; devletin tüm ideolojik aygıtlarının bir yaşa kadar
ulaştığı bireylerde eksik kalan “devletin taleplerine uygun yurttaş”
niteliklerinin tamamlanmasını da amaçları içinde tutar. “Askere gitsin, adam olur” sözü, toplumsal işleyişe hakim,
merkezinde devlet gücü olan normlara uyum fabrikasının son bandında
ambalajlanmayı işaret eder. Yukarıdan siyasete vasilik eden ordu, aşağıdan
vesayet sistemine uygun birey üretiminin son bandı olarak iş görür. Birini
değiştirip diğerini aynı bırakmak, sistemin vasisini değiştirmekten başka işe
yaramaz. Çünkü biri ‘tepeden’, biri ‘içerden’ olmak üzere iki koldan toplumu
adam etmektir bir hedef de.
Türkiye’de ordu tartışılırken “elini siyasetin üstünden çekme” dışında bir konu başlığının açılmaması,
vicdani reddin kategorik reddi, Türk-İslam ideolojik bohçasından sağa sola
serpiştirilen ordu güzellemelerinin aynı şekilde devam etmesi, gerçekte “anti militarist” bir süreçte
olduğumuzu değil, militer aygıtın yeniden konumlandığını gösterir, bir şey
gösterirse.
**
Fransız profesör David
Le Breton, daha çok gençlerde görülen “kendini
yaralama” davranışını anlamak için yaptığı çalışmaları topladığı “Ten ve İz” kitabında (Sel Yayıncılık),
gençlerin bedenlerini yaralamasını, ağır ıstırabı aşmak için acıya başvurma
olarak tanımlar: “Birey kendinden bir
parçayı acıya, kana feda ederek asıl olanı kurtarmaya çalışır. Kendine denetimli
bir acı vererek çok daha ağır bir ıstırapla mücadele eder.”
Le Breton, “ıstırabı sonlandırmak için denetimli acıya
katlanma” formülüyle, anlamaya çalıştığı sürecin intiharla doğrudan ilgili
olmadığını özellikle vurgulasa da, kendi bedenine saldırının bir tür isyan
karakteri taşıdığını dile getirir. Kendini yaralama davranışının
cezaevlerindeki yoğunluğuna dikkat çekişi, “kapatma”yla kendini yaralama arasında, sadece yaşa da bağlı olmayan
bir ilişki bulunduğunu düşündürür. “Birey
bedeninin sınırlarını yok ederken kendi
sınırlarını da altüst eder ve aynı zamanda toplumun sınırlarına da saldırır
çünkü beden toplumsal olarak düşünmenin bir simgesidir.”
**
Askere alınmış birey, asker üretme prosedürlerine toplum
rızasıyla (ve bu rızanın da üreticisi olan devlete inhisar edilmiş şiddetle)
terk edilmiştir. “Komut”a “itaat”la yanıt verecek hale gelene kadar, yine
toplum tarafından onaylanmış bir şiddete bedeni ve ruhuyla uyum sağlamaya
çalışacaktır. (Askerdeki kendini yaralama vakaları hakkında bilgi sahibi
değiliz. Sadece Türkiye değil, diğer “demokratik” ülkelerin kamu otoriteleri de
bu sayılardan uzak duracaktır.)
Şayet, “beden
toplumsal olarak düşünmenin bir simgesi”yse, denetimli acıya dair hiçbir
verimiz olmamasına rağmen, “denetimsiz
acı”nın, yani kendini öldürmenin dayanılmayacak bir “ıstırab”la ilişkili
olduğunu öne sürebiliriz. Çünkü ordudaki “asker
çıkarma” işlemi için kullanılan şiddetin uygulanmasını hem devlet hem
toplum tarafından tartışmasız onaylanması, “denetimli
acı”nın baş edemeyeceği ıstıraba yol açmaktadır.
**
En son iki hafta kadar önce Elazığ'da askerde intihar ettiği
açıklanan Mazlum Aksu'nun ailesi, "İntihar iddiasından şüpheleniyoruz.
İşin peşini bırakmayacağız" dedi. Aynı kuşkuyu taşıyan çok sayıda
insan, benzer bir mücadele içinde. Muhtemelen, benzer cevaplar alıyorlardır ne
yazık. Acılarından ötürü mücadeleye girişenlerin yanında son zamanlarda
içerden, asker kişilerden gelen sesler eklendi. Umutlanabilir miyiz? Vicdani
retçilere reva görmekten vazgeçilmeyen eziyete bakarsak, daha çok yol var. "Büyüttüm besledim asker eyledim / Gitti de gelmedi buna ne çare" diye ağlamamak için daha çok yol. (5 Mart 2013, Radikal)
Yorumlar
Yorum Gönder