Adaletin içinde bir zalim oturur!
Daima iki adalet var, bize sunulan:
Vitrinine altın varaklı
“eşrefi mahlûkat” levhasını asıp,
levhanın arkasında copladığı ya da
havaya
uçurduğu çocuklar için
en ufak bir hesap verme ihtiyacı duymayan bir iktidarın adalet
En
geniş han, celladınki.
Heryerlerden gelen kurbanlar orada ağırlanıyor.
(Edmond
Jabes, çeviri Levent Yılmaz)
Dünkü yazıda, “sıra dayağı”nın
idari ve hukuksal bir kurum olduğunu öne sürdüm, oradan devam.
Önce biraz eskiye gidelim. Eski
Yunan’a. Tarihçi Tukidides (ki sıkı bir demokrasi düşmanıymış), 30 yıl savaşlarının
yıkımını tasvir ederken çarpıcı bir gözlemini aktarır: Dil de bozulmuştur.
Kabalaşmış, çirkinleşmiş hatta öyle bir hale gelmiştir ki, “kelimeler anlam
değiştirerek şimdi kendilerine verilen yeni anlamları yüklenmek durumunda
kalmıştır.” (Batı’nın İnsan Doğası Yanılsaması’ndan, Marshall Sahlins, BGST
Yayınları)
İŞKENCEYE SIFIR DİKKAT!
İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin,
14 Temmuz Amed olayları nedeniyle BDP’yi ve milletvekillerini eleştirdi.
Kınadı. Ağır bir dille. Suç işlediklerini öne sürdü.
Milletvekilleri, “rakip” partiler,
hükümet, tek tek yurtaşlar tarafından eleştirilebilir, kınanabilir, nihayetinde
siyasettir, olur böyle şeyler! Fakat “suç”luların, ağır suçların suçlularının
kınanması filan yetmez, derhal işlem gerekir. Oysa aynı bakan, Amed kûçelerinde
işlenen diğer suçlardan hiç bahsetmedi. Bakanın, örneğin parmaklıklara
bağlanmış üstü çıplak bir Diyarbakır çocuğuna coplarla çullanmış polisleri
görmesini engelleyen bir suç politikası ve adalet anlayışı olsa gerek. Çünkü (bakana
uyup bütün demokrasi birikimini çöpe atarak) miting yapmanın suç olduğunu kabul
etsek bile, uluorta işkence yapmanın suç olmadığını kabul edemeyiz. Kabul
ediliyorsa, Tukidides’in gözlemi geçerli demektir: İşler o raddeye geldi ki hak
demek suç demek, zulüm demek masumiyet demek.
‘TANE’DEKİ ŞİDDET
''Milletvekili
dediğin izinsiz mitinge katılmaz. Kan, kin, gözyaşı ve ölümden başka bir şey
vaat etmeyen bir lanetli yapı ve onun adına hizmet etmeye gayret eden zavallı
18 TANE milletvekili var.'' Şahin’in sözlerinden. Açık. Net. Emin. Mütehakkim.
Lanetli, zavallı sözlerinden ötürü değil, onlar Tukidides’in bahsini ettiği
savaş kaosunun yarattığı “dil kirlenmesi”nin sıradan örnekleri; sorunun büyüğü “tane”de.
Bakan, çıplak şiddet-beden-dize getirilmiş ruh prosedürünü,
eski çağlara ait bir idari-hukuki prosedürü, sıra dayağının temel mantığını, “tane”
sözüyle güzelce yerine yerleştiriyor: Türkçe konuşuyorsak (fakire ödül-ceza
yordamıyla) öğretildiği kadar, “tane”yi insan için kullanmayız. “Tane”li olan
insan değildir, eşyadır, hayvandır, ama asla insan değil. “Lanetli” ve
“zavallı”dan daha stratejik bir kelime, konuşanın stratejisini alenileştiren.
Bakan’ın doğrudan adını koyarak olmasa da dilsel bir kuralın yardımıyla
söylediği: 18, “kişi” değil, TANE. İnsan
değil, neyse ne…
Hem İçişleri hem Adalet Bakanlığı’nın, Amed mitingindeki
işkenceye tamamen kör kalmasının nedeni de burada: İnsan olarak görmüyor!
Köpeği evcilleştiren, çocuğu terbiye eden ve yetişkini de “adam” eden kadim
devlet şiddetinin bakış açısına göre orada insan yok: Belki şiddetin uygulanmasından
sonra olabilir, ama öncesinde ve uygulanırken yok, o yüzden de ne bakanlar ne
de bir savcı görecek o şiddeti. Burası, başta Başbakan Erdoğan olmak üzere
hükümet çevrelerinin ve ağız ortaklarının Kürt hareketinin bütün unsurlarına
“Zerdüşt” vurgusunu yaptıklarını anlamaya başlayacağımız yer aynı zamanda:
Kendilerini “mütedeyyin”, siyasalarını “muhafazakâr” olarak tanımlayan bir
hareket ve onun iktidarı, “Müslümanlar”a bu prosedürü uygulamakta hayli güçlük
çeker! Mesele sadece BDP’nin oylarını düşürmek değil, mesele u
ygulanan çıplak
ya da (polis-adalet teşkilatı eliyle) giydirilmiş şiddeti meşru gösterecek
uygun söylemi üretmek.
Habur’da sıraya dizilen zaroklar, Amed’de parmaklıklara
bağlanan xort, Karadeniz’de sıraya dizilen uşaklar, emiceler, neneler, bu
stratejinin kamilen iş başında olduğunu gösteren son kareler. Siyasi hedef de
ilk cümlede var: Ya izinle iş görmeyi, itaat etmeyi öğreneceksiniz, ya da…
İKİ HUKUK, İKİ ADALET
Belki sıra dayağı artık “kurumsal” sayılamaz, ama temel
mantığı sadece bakanın sözlerinde, bakana bağlı polislerin eylemlerinde değil, son
yılların siyasal davalarında da iş başında: Önemli olan suç tanımı değil,
önemli olan fail-fiil bağı değil, önemli olan en kaba hukuki hakikatler bile
değil, önemli olan sizin kim olduğunuz, iktidarın kim olduğu. Herkes yerini
bilecek. Efendinin hukuku. Hukukun efendiliği henüz çok uzak bir ufuk, yurttaşların
kepçeyle tutuklanıp damlalıkla salıverildiği her davada bir daha öğreniyoruz.
Sıra dayağı, hukuki bir kavramsa, adaletle bir ilgisi olmalı.
Evet var: Kadim paternalist monarşilerle modern otoriteryen devlet
anlayışlarının bir hükmetme aracı olarak adaletle ilişkisi var. Hak ve özgürlük
ekseninde bu yapılara karşı mücadelenin alanı ve idesi olarak adaletle, Jean
Luc Nancy’nin diyeceği üzere, bir arayış olarak adaletle değil.
Bize sunulan, içinde bir zorbanın oturduğu adalettir, az
şiddet kullanmasına “hoşgörü” diyen, devlet çıkarları gerektiğinde
“zıvanasından çıkmayı” hiç de sorun saymayan, dayandığını söylediği ilkeleri el
çabukluğuyla imha eden adalet. Vitrinine altın varaklı “eşrefi mahlûkat”
levhasını asıp, levhanın arkasında copladığı ya da havaya uçurduğu çocuklar
için en ufak bir hesap verme ihtiyacı duymayan adalet.
NOT: Başlık çalıntıdır. Birhan Keskin’in Y’ol kitabından
(Metis Yayınları). Affına sığınarak.
Yorumlar
Yorum Gönder