Madem kurt idi, niye emzirdin?
Şimdi
bize 'Bu operasyonu yapan
kurttur. Maksadı da bizi yemektir'
diyorsanız, vaktiyle ona niye
kuzu dediğinizi anlatmanız gerekmez mi?
‘Faiz
lobisi. Karanlık odaklar. Uluslararası ilişkiler. Türkiye düşmanları.’
Cevap? ‘Yolsuzluk bu. Adalet. Hukuk. Hak. Kurallar.’ Birbirine cevaben
salvo edilen laflar. Çarşı karıştı ve kavgada ne yumruk sayılıyor, ne
küfür kâfir.
Siyasetten, meşruiyetten, adaletten, hukuktan, haktan, kurallardan yana olmak gerek elbet ve elbet karanlık lobiler, odaklar, iç-dış güç ağları, düşmanlar, hukuksuz uygulamalar filan hep karşı olmak gerek. Fakat bu büyük lafların tekrarından başkasını duyamıyorsak, ortalık lafa boğuluyor demek değil midir? Öyleyse, bu lafların yarattığı zihinsel pusun arkasında bir şeyler olmalı. Öküz öldü, ortaklık bitti, anlıyoruz. Anlamamız gereken bir şey daha var: İki taraf da ölen öküzün ne olduğunu söylemiyor. Ortaklığın konusu ve koşullarına geçmeden, bir acı öykü ve bir de hukuksal malumatfuruşluk izni gerekli.
En kolay gözden çıkanlar
Sistem, arızalarıyla sistemdir. Sistemler, kazalarını çağırır. Kayseri’de 11 can alan kaza, bunun teyidi, ne yazık: Öğrenci taşıyan aracın kar lastiği yok. Aslında lastik bile yok, arkalar kaplama. Şoför hızlı gitmek istiyor, acelesi var, para kazanacak. Karlı buzlu havada, o donanımla girmemesi gereken yola giriyor. Sonuç: Devriliyor. On bir can. İki kişi yardıma koşarken, acelesi olan bir başka midibüsün altında kalıyor. Acelesi var herkesin, az önce devrilmiş midibüsten kime ne? Biz birbirimizin neyiyiz ki? Sistem, “En az maliyetle, en çok kârı, en kısa zamanda sağla” diyor.
En az maliyetle en yüksek kârı en kısa zamanda elde edecek şekilde örgütlenen bir akış sisteminde, ‘doğal kayıp’ can olur; en ucuzu o çünkü bu memlekette. Bu hafta içinde tersanede askeri gemideki kazada 10 kişinin can vermesinin ‘neden’leri yakında dökülür. Afyonkarahisar’da 25 can alan cephane patlamasının arka planını artık biliyoruz; özeti: En kolay gözden çıkarılan en alt düzeydeki ‘personel’in canlarının üstünde sistem gereği dolaşan ihmaller dizisi.
Evlat taş mı yesin?
Siyasiler mal beyanı veriyor, malum. Erkek sistemde, babalar ve oğullar öne çıkıyor elbet. Fakat ‘oğullar’, tahsilleri de bitince, yani 25 yaşı geçince, artık ‘baba’larının mal beyanlarına dahil değil.
Peki, 25 yaşından sonra sistemce kabul gören bu ‘rüşt’ hali, pratikte de var mı? Olsa, bakanlar “Oğullarım tertemiz” mi der, “O reşittir. İşlerini kendi yürütür, bilmem bile. Varsa bir hatası, kusuru çeksin” mi der? Yasa modern, ilişki feodal. Öyle olunca oğullar, modern imkânlarla feodal ilişkilerin tadını çıkarır mı çıkarmaz mı? Sistem “Tadını çıkar koçum” demiyor mu alenen? Böyle olunca, ‘parayla işi olmayan saygın siyasi babalar’ ve ‘taş yememek için karınca kararınca ticarethanecikler işleten evlatlar’ ortamın belirleyici figürü oluyor.
Anayasal güçte yönetmelik
Bir de son ‘hukuki müdahaleye’ bakalım. Herkes konuştu ama tekrarda ziyan yok: Adli kolluk yönetmeliğindeki değişiklik, adalet sistemini üç defa sarsıyor. İlki, en basiti: Bir an önce kurulması gereken ama iktidarların işine gelmediği için hepsinin savsakladığı adli kolluğu bulunduğu yerden, yani mevzuattan da siliyor. İkinci sarsışı: Mevzuat bütünlüğünü altüst ediyor, adli süreçte görev alan savcı ve kolluğun ilişkisini anlamsız hale getiriyor. Norm piramidini ters çeviriyor. Asıl meseleyse üçüncüde: ‘Güçler ayrılığı’ ilkesi, zaten buralarda pek sevilmeyen, en fazla pamuk ipliğiyle bağlı olan ‘güçler ayrılığı’ ilkesi, bir daha çiğneniyor. Yargı artık mevzuatın en zayıf enstrümanı aracılığıyla, yönetmelik eliyle yürütmeye bir daha teyelleniyor! Anayasaya ve yasalara rağmen! Ayrı gayrıyı sevmez bu topraklar ya, güçlerin ayrısı gayrısı temizleniyor, fırsattan istifade.
İlk ‘mal beyanı’na ilişkin norm ve bu ikinci müdahale, bu ‘kavga’nın zeminini ölçmeye yarayacağımız şey. Bir ‘kültür’ün nasıl üretildiğini, nasıl işletildiğini güzelce gösteriyor.
Hırsızlığın kültürleşmesi
“Yiyor belki ama çalışıyor da” efsanesinin üreme ve yaşama şansı buluşunun koşulları. İlkini tartışmak, eleştirmek, yol açacağı sıkıntıları engelleyici çabalara girmek pek kimsenin aklına gelmedi. Öylece duruyor orada yıllardır. “Baba (görevdeki siyasetçi, bürokrat) çalarsa ya da nüfuz kullanarak kazanç elde ederse yakalar, cezalandırırız. Oğul yaparsa bakmayız bile” diyen içeriğiyle. Yine ‘sistem’, oğullara bu güzel imkânları sunuyor. İkinci, sorun çıktığında eldeki imkânları hemen devreye sokma geleneğinin son ürünü. AK Parti’ye özgü sanılmasın, 90 yıldır bu böyle. Tek kişi adına, adını anarak çıkmış yasalar var bu ‘yasama’ ve onu çoğu zaman sadece oturma salonuna çeviren ‘yürütme’nin tarihinde.
Ünlü, “Çalıyor belki ama çalışıyor” şiarı da bu tarih ve malzemenin ürünü. Başka deyişle, yolsuzluğa kayıtsız şartsız bir teslimiyeti, yani bir cühela tavrı ifade etmez, bir paydaşlığın ifadesidir: ‘Çalan’ın, oluşan artıdeğerin paylaşım piramidi içinde olduğunu ya da olmanın umulduğunu gösterir. Ve bir şeyi daha gösterir: Siyasetin, çalmayı dışlamadığını. Siyasal kültürü “Artı birle kazanan her şeye hak kazanır” fikrine yaslanan yerlerde, istisna değil, kural bu aslen.
Bu kadim bir siyaset biçimi olarak ‘savaş’ formudur, kazanan yağmalar. Cephedaş obaya pay aktarıyor ya da aktarma umudu veriyorsa ‘savaş’ onay görür. Yolsuzluk olsa da olmasa da hukuka uysa da uymasa da devletin şiddet tekelini ve yargı gücünü kurallara uygun da işletse, aykırı da işletse, her durumda “Yedirmeyiz” denilmesinin sebebi budur. ‘Güç’ler, güçlerinden bir şey yedirmeden yürümek istedikçe, hep beraber hukuk yenmiş olur. O zaman da geriye bir tuluat kalır: Dün canhıraş naralarla alkışlanan Ergenekon operasyonları, bugün ‘paralel yapılanmanın orduyu düşürdüğü tuzak’lara dönüşüverir. Kim inanır? Çıkarı hukukta değil, güçte olan kimse o elbette.
Sistem, zaten ‘yolsuz’luk sistemi; hem normatif düzeyde hem inanç-ideoloji olarak hem de teşkilatlanmada. Bu sistemin ‘sahipliği’ kavgası bu. Kabak lastikle buzlu viraja giren her aracın devrilmesi nasıl hiç şaşırtıcı değilse, bu sistemin işletilmesinde de yolsuzluk o kadar şaşırtıcı değil.
Yenilen bizim ‘hukuk’umuz
Hukuk alanındaki sistemik sorunlar nedeniyle bir kriz çıkınca çarenin yine hukuksuzlukta aranması neyle izah olunacak? Şununla mı: Birlikte savaştık, sonraki paylaşımda anlaşamayınca birbirimize döndük. Kural böyle. Elimizdeki silahlar da bunlar.
Şimdi bize “Bu operasyonu yapan kurttur. Maksadı da bizi yemektir” diyorsanız, vaktiyle ona niye kuzu dediğinizi anlatmanız gerekmez mi? Ve birlikte yediklerinizin haklarının, hukuklarının ne olduğunu?
Hükümet bu hay huyu nasıl atlatır bilmek güç. Hukuki yol aranmadığı pek açık. “Hukuk mu kaldı” demek saçma, çünkü kalsa da kalmasa da birlikte yaşayacak olanlar onu hep aramak zorunda. “Yesinler birbirlerini” türü laflarsa, yenilenin bizim hakkımız, bizim hukukumuz, bizim bugünümüz ve geleceğimiz olduğunu unutmakla anlamlı gibi durur.
Tek diyebileceğimiz, hukukla kazanılmayacaksa, herkes kaybedecek, bir daha.
Siyasetten, meşruiyetten, adaletten, hukuktan, haktan, kurallardan yana olmak gerek elbet ve elbet karanlık lobiler, odaklar, iç-dış güç ağları, düşmanlar, hukuksuz uygulamalar filan hep karşı olmak gerek. Fakat bu büyük lafların tekrarından başkasını duyamıyorsak, ortalık lafa boğuluyor demek değil midir? Öyleyse, bu lafların yarattığı zihinsel pusun arkasında bir şeyler olmalı. Öküz öldü, ortaklık bitti, anlıyoruz. Anlamamız gereken bir şey daha var: İki taraf da ölen öküzün ne olduğunu söylemiyor. Ortaklığın konusu ve koşullarına geçmeden, bir acı öykü ve bir de hukuksal malumatfuruşluk izni gerekli.
En kolay gözden çıkanlar
Sistem, arızalarıyla sistemdir. Sistemler, kazalarını çağırır. Kayseri’de 11 can alan kaza, bunun teyidi, ne yazık: Öğrenci taşıyan aracın kar lastiği yok. Aslında lastik bile yok, arkalar kaplama. Şoför hızlı gitmek istiyor, acelesi var, para kazanacak. Karlı buzlu havada, o donanımla girmemesi gereken yola giriyor. Sonuç: Devriliyor. On bir can. İki kişi yardıma koşarken, acelesi olan bir başka midibüsün altında kalıyor. Acelesi var herkesin, az önce devrilmiş midibüsten kime ne? Biz birbirimizin neyiyiz ki? Sistem, “En az maliyetle, en çok kârı, en kısa zamanda sağla” diyor.
En az maliyetle en yüksek kârı en kısa zamanda elde edecek şekilde örgütlenen bir akış sisteminde, ‘doğal kayıp’ can olur; en ucuzu o çünkü bu memlekette. Bu hafta içinde tersanede askeri gemideki kazada 10 kişinin can vermesinin ‘neden’leri yakında dökülür. Afyonkarahisar’da 25 can alan cephane patlamasının arka planını artık biliyoruz; özeti: En kolay gözden çıkarılan en alt düzeydeki ‘personel’in canlarının üstünde sistem gereği dolaşan ihmaller dizisi.
Evlat taş mı yesin?
Siyasiler mal beyanı veriyor, malum. Erkek sistemde, babalar ve oğullar öne çıkıyor elbet. Fakat ‘oğullar’, tahsilleri de bitince, yani 25 yaşı geçince, artık ‘baba’larının mal beyanlarına dahil değil.
Peki, 25 yaşından sonra sistemce kabul gören bu ‘rüşt’ hali, pratikte de var mı? Olsa, bakanlar “Oğullarım tertemiz” mi der, “O reşittir. İşlerini kendi yürütür, bilmem bile. Varsa bir hatası, kusuru çeksin” mi der? Yasa modern, ilişki feodal. Öyle olunca oğullar, modern imkânlarla feodal ilişkilerin tadını çıkarır mı çıkarmaz mı? Sistem “Tadını çıkar koçum” demiyor mu alenen? Böyle olunca, ‘parayla işi olmayan saygın siyasi babalar’ ve ‘taş yememek için karınca kararınca ticarethanecikler işleten evlatlar’ ortamın belirleyici figürü oluyor.
Anayasal güçte yönetmelik
Bir de son ‘hukuki müdahaleye’ bakalım. Herkes konuştu ama tekrarda ziyan yok: Adli kolluk yönetmeliğindeki değişiklik, adalet sistemini üç defa sarsıyor. İlki, en basiti: Bir an önce kurulması gereken ama iktidarların işine gelmediği için hepsinin savsakladığı adli kolluğu bulunduğu yerden, yani mevzuattan da siliyor. İkinci sarsışı: Mevzuat bütünlüğünü altüst ediyor, adli süreçte görev alan savcı ve kolluğun ilişkisini anlamsız hale getiriyor. Norm piramidini ters çeviriyor. Asıl meseleyse üçüncüde: ‘Güçler ayrılığı’ ilkesi, zaten buralarda pek sevilmeyen, en fazla pamuk ipliğiyle bağlı olan ‘güçler ayrılığı’ ilkesi, bir daha çiğneniyor. Yargı artık mevzuatın en zayıf enstrümanı aracılığıyla, yönetmelik eliyle yürütmeye bir daha teyelleniyor! Anayasaya ve yasalara rağmen! Ayrı gayrıyı sevmez bu topraklar ya, güçlerin ayrısı gayrısı temizleniyor, fırsattan istifade.
İlk ‘mal beyanı’na ilişkin norm ve bu ikinci müdahale, bu ‘kavga’nın zeminini ölçmeye yarayacağımız şey. Bir ‘kültür’ün nasıl üretildiğini, nasıl işletildiğini güzelce gösteriyor.
Hırsızlığın kültürleşmesi
“Yiyor belki ama çalışıyor da” efsanesinin üreme ve yaşama şansı buluşunun koşulları. İlkini tartışmak, eleştirmek, yol açacağı sıkıntıları engelleyici çabalara girmek pek kimsenin aklına gelmedi. Öylece duruyor orada yıllardır. “Baba (görevdeki siyasetçi, bürokrat) çalarsa ya da nüfuz kullanarak kazanç elde ederse yakalar, cezalandırırız. Oğul yaparsa bakmayız bile” diyen içeriğiyle. Yine ‘sistem’, oğullara bu güzel imkânları sunuyor. İkinci, sorun çıktığında eldeki imkânları hemen devreye sokma geleneğinin son ürünü. AK Parti’ye özgü sanılmasın, 90 yıldır bu böyle. Tek kişi adına, adını anarak çıkmış yasalar var bu ‘yasama’ ve onu çoğu zaman sadece oturma salonuna çeviren ‘yürütme’nin tarihinde.
Ünlü, “Çalıyor belki ama çalışıyor” şiarı da bu tarih ve malzemenin ürünü. Başka deyişle, yolsuzluğa kayıtsız şartsız bir teslimiyeti, yani bir cühela tavrı ifade etmez, bir paydaşlığın ifadesidir: ‘Çalan’ın, oluşan artıdeğerin paylaşım piramidi içinde olduğunu ya da olmanın umulduğunu gösterir. Ve bir şeyi daha gösterir: Siyasetin, çalmayı dışlamadığını. Siyasal kültürü “Artı birle kazanan her şeye hak kazanır” fikrine yaslanan yerlerde, istisna değil, kural bu aslen.
Bu kadim bir siyaset biçimi olarak ‘savaş’ formudur, kazanan yağmalar. Cephedaş obaya pay aktarıyor ya da aktarma umudu veriyorsa ‘savaş’ onay görür. Yolsuzluk olsa da olmasa da hukuka uysa da uymasa da devletin şiddet tekelini ve yargı gücünü kurallara uygun da işletse, aykırı da işletse, her durumda “Yedirmeyiz” denilmesinin sebebi budur. ‘Güç’ler, güçlerinden bir şey yedirmeden yürümek istedikçe, hep beraber hukuk yenmiş olur. O zaman da geriye bir tuluat kalır: Dün canhıraş naralarla alkışlanan Ergenekon operasyonları, bugün ‘paralel yapılanmanın orduyu düşürdüğü tuzak’lara dönüşüverir. Kim inanır? Çıkarı hukukta değil, güçte olan kimse o elbette.
Sistem, zaten ‘yolsuz’luk sistemi; hem normatif düzeyde hem inanç-ideoloji olarak hem de teşkilatlanmada. Bu sistemin ‘sahipliği’ kavgası bu. Kabak lastikle buzlu viraja giren her aracın devrilmesi nasıl hiç şaşırtıcı değilse, bu sistemin işletilmesinde de yolsuzluk o kadar şaşırtıcı değil.
Yenilen bizim ‘hukuk’umuz
Hukuk alanındaki sistemik sorunlar nedeniyle bir kriz çıkınca çarenin yine hukuksuzlukta aranması neyle izah olunacak? Şununla mı: Birlikte savaştık, sonraki paylaşımda anlaşamayınca birbirimize döndük. Kural böyle. Elimizdeki silahlar da bunlar.
Şimdi bize “Bu operasyonu yapan kurttur. Maksadı da bizi yemektir” diyorsanız, vaktiyle ona niye kuzu dediğinizi anlatmanız gerekmez mi? Ve birlikte yediklerinizin haklarının, hukuklarının ne olduğunu?
Hükümet bu hay huyu nasıl atlatır bilmek güç. Hukuki yol aranmadığı pek açık. “Hukuk mu kaldı” demek saçma, çünkü kalsa da kalmasa da birlikte yaşayacak olanlar onu hep aramak zorunda. “Yesinler birbirlerini” türü laflarsa, yenilenin bizim hakkımız, bizim hukukumuz, bizim bugünümüz ve geleceğimiz olduğunu unutmakla anlamlı gibi durur.
Tek diyebileceğimiz, hukukla kazanılmayacaksa, herkes kaybedecek, bir daha.
Yorumlar
Yorum Gönder