Yürüyüşler 9-Tayfun Gönül'ün ardından
Kötü haber. Kara haber: Tayfun Gönül ölmüş.
Vicdani retçi Tayfun
Gönül ölmüş. Devlet dersinden ölmeden çıkan çocuklardandı. Öldürmeyi de
reddetti. Dostların başı sağ olsun.
Saat geç, kimseyi aramaya cesaret edemiyorum. Ama ölüm
paylaşmaya zorlayan bir şey. Kim tek başına bir ölümü kaldırabilir? Sevilenin
ölümünü.
Ölüm paylaşmaya zorlayan şey, yaşam gibi. Bizden doğum
haberini saklayanı affedebiliriz, bizden ölüm haberini saklayanı zor. Bizi
kırmamak için saklayanı değil, bizim o ölümden haberdar olmamızı bile bile
engelleyeni.
Ölüm haberi derhal yola çıkarır: İzdir o ve iz izlemeye
zorlar. Hafıza yola çıkar, beden de. Bedenin yolu, ölünün olduğu yere, öleni
sevenin, ölenle ilgilinin olduğu yere doğru.
Haberde ölen isimdir-ölü görülmeden, ölünün olduğu yere
gidilmeden zordur ölüm haberiyle boğuşmak. Bu yüzden “son bir kez görmek
isteyen”ler çıkar hep. İsteriz hep bunu.
**
Ölüm haberi, kendi öleceğimiz bilgisi gibidir biraz: Biliriz
bunu ve inanmayız. “Ölecekmiş gibi ibadet ve ölmeyecekmiş gibi yaşamak” öğüdü,
bu bilgide bir durak yaratmak için muhtemelen: Ölmeyecekmiş gibi yaşayan,
ölümden ötesinde bir yaşam öngören her düşünce, her inanış için bir sapma alanı
yaratır. Zaten ölmeyecekmiş gibi yaşarız, o yüzden inanç sistemleri ölümü
akılda tutmaya verirler ağırlıklarını, ölümü ve sonrasını.
Ölüm, hep bizi izler. İzci mi? Değil, izdir o. Bizdeki iz:
Dışardan ölüm haberi olarak gelir, içerden biz onu sadece zaman olarak biliriz.
Jankelevitch de böyle demiyor mu? Ölüm mekanla ilgili değil, zamanla ilgili.
Biz mekandayız. Bedenimiz ölümün mekanı mı? Hayır, yaşamın mekanı, ölüm
geldiğinde yaşam tamam oluyor, ölüm de tamam oluyor. Bir daha ölemeyiz, bir
kere ölebiliriz. Bir daha yaşayamayacağımız gibi.
**
“Ölümler ölümlere
ulanmakta ustadır.” İsmet Özel miydi? Evet. Nasıl ulanır ölümler ölümlere?
Dışardan haber olarak gelen, içerdeki korkuyu mu körükler? Hayır, içten içe
inanmayız ölüme, biliriz, görürüz, ama ölümsüzlüğümüze inanırız sanki.
Jankelevitch’in gözlemi de böyle. Ama felsefeyle bulunan bir gözlem değil, kaç
bin yıllık gözlem kim bilir.
İçimizde bir ölüm daha var, bizimkinin yanında, iç-ölülerimiz.
Dışımız toprak değil sadece, içimiz de geniş bir toprak. Bir mezarlık. Sadece
bir mezarlık olsa, yaşayamazdık, içimiz de dışımız da.
Fakat iç mezarlık, ölü-olan-ölülerle dolu değil. İç
mezarlık, ölmeyen-ölülerimizle dolu aslında. Biz yaşayanların anısı değiliz
sadece, içimizde anı olarak tuttuğumuz ölülerimizin de anısıyız. Ölüm-anları
dahil, onları hep canlı olarak hatırlarız. Hatıra, yaşamın izi, bedenin
iç-öyküleri.
Bir hile mi bu? Ölümü bilip öleceğimize inanmıyormuş gibi
yaşamak. Gibi-ama korkuyu, ürpertiyi öteleyen bir gibi. Yaşamsal bir hile.
Yaşamın hilesi.
Yine hile mi bu? Öldüklerini bilip, ölmemişler gibi
anılarıyla yaşamak: Hatırlarsın ve için sızlar, hatırlarsın ve gizli, mahcup
bir sevinç dolanır üstünde, bir anlığına. İç içe iki kip: Sızı ve sevinç. Ölmüş
olduklarını hatırlamanın sızısı, ölmüş-olanı hatırlamanın sevinci.
**
Zaman, ölümün diğer adı mı? Zaman ölümün diğer adı değil mi?
Zaman ölümün adımı. Jankelevitch okurken aldım Tayfun’un adını. Tayfun Gönül.
“Hayır” diyen çocuklardan.
Tayfun Gönül'ün
yoldaşları yarın 12.30'da Zincirlikuyu mezarlığında buluşuyor.
"öldürmeyeceğim ey devlet" diyen Gönül'lere selam olsun!
Buluşuyoruz. Zincirlikuyu’da. “Hayır” demeyi şiar edinmiş
dostlarıyla, ağır, ağır, bir bir geliyor dostlar. Hiç tanımayanlar da var. Bir
ağacın altından –yağmur var az, ağaçların altında kümelenmiş dostlar- Onur
Caymaz elini uzatıyor omzuma. Sarılıp selamlaşıyoruz. Tanımazmış şahsen.
Vicdani retteki cesur rolünden ötürü severmiş. Toplumsal mücadelenin anısına
saygı için gelmiş, fotoğrafı göğsünde.
Silahın erdem,
üniformanın saygınlık ölçtüğü yerde, linç günlerinde öldü Tayfun Gönül. Onun ve
yoldaşlarının cesareti çok gerekli dünyaya.
“Oyalanma sen benimle, dostlarının yanına git” diyor. Ortak
dostlar. Tanıştığımız, tanışmadığımız. Kimiyle baş selamı alıp veriyoruz
sadece, kimiyle tokalaşıyoruz, kimiyle sarılıyoruz.
Kim gelmiş kim gelmemiş hesabı yok. Gazeteler var, fotoğrafı,
hakkında yazılar. Eline sağlık yazanların, diyor herkes. “İlk vicdani retçi.”
Ama bunun için burada değiliz, Tayfun için buradayız. Dostlarının verdiği
ilandaki gibi: “Dünya kapısından başını eğmeden geçti.”
**
Süreyyya ve Neval çocuklarıyla. Yaz ve Ada. Başka çocuklar
da var. Çocukları cenazelerden uzak tutanlar, ölümden koruduklarını mı sanıyor?
Yaşamdan kaçırıyor olmasın?
Yaz havuza girmek istiyor. Süreyyya ve Neval engel olma
çabasında. Yağmur var. Demek şimdiden çamur var. Yaz’a durmadan “Hayır” deniliyor.
Yorulmuyor anne baba.
“Çocuk büyütmek demek, durmadan “Hayır” demek galiba.”
Gülüyor Süreyyya: “Evet evet, ama en çok da onlar “Hayır”
diyor.”
Hayır diyen bir çocuğu gönderiyoruz, hayır diyen diğer
çocuklar geliyor. Çocuğu ölümden kaçırmak, ölüme değil yaşama hayır demek
olabilir.
**
İbadethane istememiş. Mezarlığın girişinde, konulduğu
arabanın önünde onun için çalıyor dostları. Giden değil kalan Tayfun için.
Gideni yükünü hafifletmek için.
Ezan okunuyor o sıra, müzik duruyor.
Bir cip, kara camlı. Küstah. Hızla geliyor, korna çala çala.
Üzgün bir kalabalık, ama öfkesi çok adamlardan ve kadınlardan oluşan bir
kalabalık. Bir boyun eğiş kalabalığı değil, isyan ve itiraz kalabalığı.
Tayfun’un süküneti olmasa insanların üstünde, cip nefretlik bir eylem içinde…
Cenazeleri varmış, “Bizim de var.” Ne ezana, ne ölüye saygısı olan kim?
Ciplerin içinde bir cin var, kapitalizm cini, tahakkümün dili. Büyük ataları da
tahtırevanla gezer, yoksul çiğnerdi bunların. Geçip gidiyor, derdi değil onun
paralı barbarlığı kimsenin bugün, kara camları var ya herkes onun ruhunun en
derinini biliyor: biraz daha para, biraz daha, o kadar işte… Onun tanrısı siyah
camların ardında bile görünüyor, ne tanrıya ne devlete boyun eğmemiş bu
kalabalığın iyi tanıdığı tanrı. Gücün ve paranın.
Mezara verirken bir dostu tutamıyor kendisini, Gazi’nin sesi
olmalı. “Koca dünyaya sığdıramadık, bir küçücük mezara sığdırdık seni.”
**
Akşam, veda gecesi. Vasiyeti varmış. “Oturun bir kadeh şarap
için benim için.”
Anılar. Öyküler.
Toprak’la tanıştırıyor beni Vedat. Adımı soruyor, “Ali.”
Senin? Gülüyor, ister istemez Tayfun’un gülüşüyle doluyor bakışım. Evet,
bakışım o gülüşü görüyor, elbette biliyorum o gülüş değil, Toprak’ın gülüşü.
Ben de soruyorum, gülüyor, muzırca, muzır gülüş, evet diyorum, Tayfun. Ama
Toprak çıkıyor gülüşün ardından, “Veli!” diyor, gülüşünün ortasından. Hep
beraber gülüyoruz. Acının dilinin içinden, yasın içinden hep bir gülüş geçer.
Yıldırımın gökten geçişi gibi. Tayfun’a gülüyoruz, Tayfun’la gülüyoruz,
Tayfun’suz gülüyoruz.
Yavuz anlatıyor, Diyarbakır’dan aradığını söyleyen biri
şöyle demiş: “Dünya kapısından başını eğmeden geçen Tayfun Gönül’ün huzurunda
saygıyla eğiliyorum.”
Bütün gün yürüyen, ölünün etrafında buluşan ve ölünün
ardından yürüyen ve ölüyü toprağa saklayıp son isteğini yerine getiren bir
dostlar heyeti olarak sık sık gülüyoruz.
Dışarda Tayfun’u sakladığımız toprağın içimizdeki kısmını
genişletiyoruz. İç-ölülerimizin toprağını. Yas. Anılarla baş etmek demek değil
yas, anıları yeniden yerine yerleştirmek demek. Toprağı yeniden karmak demek.
Yağmur gibi geliyor anılar, öyküler, şakalar.
Bugün toprağa daha da
kinlendim, daha da sevdim. Bugün bir dostu daha toprağa emanet ettik. Tayfun
Gönül sana yandık, sensiz yandık.
güzel adam, öldürmeyi reddedenlere, cesurca bir kapı açıp gitti. huzurla uyusun.
YanıtlaSilölüm algılanamaz ya ,ama işte bu paylaşımlarla hiç'likten de kurtulur zaman zaman.Alakasız bir yerde,bilgisayar başında sabah kahvesini içen birinin yüreğine değer.O baki olan tek duygu "hüzün" yine gelir başköşeye kurulur,kahve acılaşır.Bir sigara daha yakılır ve işte..ancak bunlar dökülür buraya...
YanıtlaSil