Benim işkencecim işini bilir!
Başbakan, işkencecilikle suçlanan, açık ve tutarlı
ifadelerle, mahkeme kararıyla suçlanan bir kamu görevlisini, “Onu suçlayan
terörden yatmış” diyerek sahip çıktı. “Yedirmem” dedi.
**
Çok değil birkaç yıl önce, çoğu çocuk birçok kişiye tecavüz
eden biri yakalandığında, “Zaten büyüyünce kadın olmayacaklar mı” demişti.
Sapık olmakla yetinmemiş, bir de küstah çıkmıştı özetle. O adama lanet etmeyen
var mıydı?
Dün öğrendik, bir yerde bir genç kadın nişanı bozmak
istemiş. Aileler toplanmış, anlaşmış: Zaten evlendiğinde o işi yapmayacak mı? O
zaman şimdiden yaptıralım. Kadını, nişanlısıyla aynı odaya kapatmışlar. Üç saat
saldırılara direnen genç kadın, bir yolunu bulup kaçmış. Bu sözde sevgiliyle iki
aileye lanet etmeyen var mı?
Acele etmeyelim, belki de lanet eden sanıldığı kadar çok
değildir.
Ceza kanunu yapılırken, tecavüze uğrayan kadınların,
tecavüzcüleriyle evlendirilmesi ciddi biçimde önerilmişti. Mesele sadece AK
Parti değildi, çünkü eskiden de evlenme, tecavüzü cezasız bırakan olağan bir
hukuk yolu olarak düzenlenmişti. AK Partili ya da değil böyle düşünenler
sanılandan fazla.
İlk örnektekine sapık deyip geçmek kolay, ikinci ve üçüncü
meselelerde ne yapacağız?
**
Bir tecavüz biçimi daha var, üstünde pek durulmayan, lanet
edenin sanılandan az, çok az olduğu bir tecavüz. Tecavüzcünün kadına koca,
aileye saygın damat olarak alınmasına benzeyen, ama daha geniş, daha yüksek
planda, siyasette ve hükümet etmede muteber bulunan bir tecavüz. Bir işkence
aracı olarak.
“Sapık”lık düzleminde tecavüz, failin fizik üstünlüğüyle
ahlaki kısıtlılığının buluşmasından ibarettir. Güçlü, zayıfa yönelir.
Toplumsal düzlemdeki (onaylanan!) tecavüzler, kadının
cinselliğinin üstün erkek cinselliğinin yanında değersiz sayılmasının olağan
bir sonucu. Toplumsal güçlüler, zayıflara yönelir. Sapıklık halinde
onaylanmayan şiddet, basit toplumsal çıkarlarla –kutsal ailenin kutsal
çıkarları- düğün dernek yaptıracak kadar onay görebilir.
Şiddetin, çıplak şiddettin toplumsal çıkar dışında aklandığı
bir yer daha var, siyasal alan: Burada aile dışındaki kutsallar da devreye
girer: Vatan, millet, bayrak ya da bu levhaların arkasındaki banka hesapları,
tapu koçanları, hisse senetleri…
**
İşkence alçaklığı insanlık kadar eski olmalı. İnsan
suçlarını diğer hayvanlara yıkmaya, kendi alçaklıklarını hayvanlar aleminden
adlandırmayı sever ama yemine-hedefine işkence yapan insandan başka canlı yok. Ama
ortak payda da yok değil: Güçlü, zayıfa yönelir.
Nedir işkence? Bir savaş silahı. Bir idare yöntemi. Bir güç
uygulaması. Bilgi almayı, intikamı, aşağılamayı, boyun eğdirmeyi ve ibreti hedefler:
bazen tek tek her biri, bazen ikisi, üçünü, bazen hepsi.
Türkiye’de de işkence aynı amaçlarla kullanıldı, anlaşılan
daha kullanılacak. Bir devlet enstrümanı olduğu için de işkenceci daima
rahattır: Ceza almayacaktır, en açık, bariz durumda bile. Türkiye devlet olarak
AİHM’de çok mahkûm oldu, ama ne gam, 16’ıncı büyük ekonominin ödediği üç otuz
para, ekonomik göstergeleri bozmayacağına göre? Evet, mesele göstergelerdir,
her şey göstere göstere yapılır.
**
İşkenceci, korkunç biri değildir. Hasta biri değildir. Sıradan, hatta sosyal hayatında iyi ve dürüst
biri olabilir. O, çıplak şiddetin çıplak bedene uygulanması emrini almış
olmaktan başka iş yapmaz. Turgut Özal’ın, “Benim memurum işini bilir” sözü
sadece rüşvet için geçerli değildi.
Devletlerin işkenceye prim verip vermemesi, arzuladıkları
toplum tasarımıyla ilgilidir: Bir savaş silahı olarak işkence, “savaşan toplum”
tasarımına da uyar. İç mücadele alanlarına yani. Şiddetin görünür ve açık
olduğu, toplumsal sorunların çözümünün şiddeti soğurarak değil, körükleyerek
arandığı yerde, işkenceden, işkenceciden kimse kurtulamaz. Toplumların
işkenceye prim verip vermemesi de devletlerin bu pis işleri hangi tarzda
yapacağını belirler. İşkenceye sıfır tölerans gösteren bir devletin toplumu,
kısa sürede dersini alır; işkenceye sıfır tölerans gösteren bir toplumun
devleti-orada bunlar konuşulmaz zaten.
İşkenceyi ak gösterecek stratejiler inkârla yola çıkar, ama
bu yetmez. İnkâr, iç ya da dış hukuksal mekanizmalara karşı basit bir
tedbirdir. Stratejinin çekirdeği, söylenenin içine gizlenen söylenmeyendir:
“Suçlayan kişi, vatana, millete, bayrağa (banka hesaplarımıza, hisse
senetlerimize, tapu koçanlarımıza) düşman, suçlanan kişi onun bekçisi. Yapmışsa
da iyi yapmış” “Toplumsal savaşım” vardır, güçlü taraf, güçlenmesini istemediği
tarafa çıplak şiddet uygularken, sihirli güvenlik algısına başvurmakla işi
bitirir: Düşmana yapılmış.
Çıplak şiddet çıplak bedene uygulanacaksa, işkencenin görüldüğü
her yerde en kötü durumda, en korumasız, saldırıya açık durumda kadınlar
olacaktır. Bütün savaşlardan biliyoruz, en son Ruanda ve Saraybosna’da acı
biçimde gördük. Gündelik hayatta bile aşağılanan kadın, bir muhalif olarak
sosyal mücadele içinde kolluk güçlerince takibata uğradığında, açık ve
korumasız hedeftir.
Zulüm açısından, işkence ve tecavüz açısından, 12 Eylül’le
başlayan “düşmana karşı her şey mübah” geleneğinin içindeyiz hâlâ; o statükoyu
yıktık diyenler, onun araçlarının tamamına iştahla sahip çıkıyor. İşkenceci
terfi ediyor, çünkü onu suçlayanlar “siyasal nedenlerle yolu kolluk güçlerinin
olduğu yere düşmüş” kişiler. Yani hak etmişler, deniliyor bize.
İşkenceci korkunç biri değildir, hasta biri değildir;
korkunç ve hasta olan devlet ve ona inanan toplumudur. Lacan söylüyor: Bir insan toplumu her zaman bir çılgınlık olmuştur. (Lacan, Benim Öğrettiklerim, MonoKL yayınları) O yüzden işkenceci
çoğunluğa normal gelebilir. Sıfır tölerans evet, ama mağdur ve mağdurelere; işkenceciye, malum, sonsuz!
Evet, tecavüzcüsünden saygın damat çıkarmayı bilen
toplumların yöneticileri, aynı kişiden saygın kamu yöneticisi de çıkarır,
şaşırana şaşırmalı.
Yorumlar
Yorum Gönder