Canip Yıldırım ve oğulları ve kızları
Bir Kürt çınarı devrildi. Hukukçu, siyasetçi, aydın ve en
önemlisi yaşayan tarih Canip Yıldırım, Ankara'da Hakk'a yürüdü.
Devlet 56 yıl önce ölmesini istemişti ama o inadına 90'ına
kadar yaşadı. Okulları ve askerlik sayılmazsa, devlet kayıtlarına ilk olarak
hakkında istenen idamla geçti. 49'lar diye anılan 50'lerdendi. 50’şer 50’şer
alınıp 1000’e tamamlanacaklardı. 1000 “önde gelen” ya da “önde gelmeye aday” Kürt
alınıp asılacaktı ki, 1938 öncesindeki isyan cesareti bir daha kimseye
gelemesin.
Derin sessizliği
kıran kuşak
Sorununun bugünkü halini almasında payları büyük olan kuşaktandı.
Pay, ama günah değil. O zaman şöyle söylemek daha doğru: Kürt sorununun bugünkü
halini almaması için, "demokratik yöntemlerle" çözülmesi için bildikleri
yol ve usullerle ellerinden geleni yapan kuşaktandı, konuşulmaları, dikkate
alınmaları, en özeti, başarılı olmaları halinde belki de kanın, gözyaşının,
ateşin birbirine karışmasına gerek kalmadan bir çözüm imkânı bulunabilecek
kuşaktan. Öyle olmadı. Başarısızlıklarından değil, sorunun karakterinden ve
devletin sorunu kurma biçiminden, olmadı.
Fakat şu oldu: Onlar, 49'larla sembolize olan o kuşağın
politik karakterleri, 1938 Dersim jenositiyle "bitti" sanılan sorunu
kamu gündemine taşıdılar. Mektumluğu kırdılar. 1960'ların hak ve vicdan eksenli
demokratik arayışları ile 70'lerin hak ve mücadele eksenli devrimci arayışları
arasında hem salındılar, hem de iki arayışın, akışın kurucuları oldular.
Canip Yıldırım. Canip Abê. Ap Canîp. Apê Canîp. Şeyh Sait
senesinde, 1925 yılında Lice'de doğdu. Zilan senesinde, 1930'da beş, Dersim
senesinde, 1938'de 13 yaşındaydı. Bu kanlı seneler, Kürt hafızasının bu travmatik
kilometre taşları, Kürt evlerinde ağıtlar, Kürt kolan ve kuçelerinde fısıltılar
eşliğinde onun da hafızasına kazındı. Ait olduğu kuşak, ağıtları, ilenmeleri,
acıları kamu önünde politik dile tercüme etmeye girişiyordu. Türkçeye.
Türkçeleri iyiydi hepsinin, çoğunun Canip Yıldırım gibi üzülerek belirttiği
gibi Kürtçesinden iyi. “Diyarbakır beylerinden hiçbiri Kürtçe konuşmazdı.”
“Ben bunları yaşadım”
Dersim senesi, 1937-38 Canip Yıldırım ve kuşağı için özel
önem taşır. Sadece felaketin jenosite varan büyüklüğünden değil, peşinden gelen
sessizlikten ötürü de... Kürt, Dersim mağaralarında, derelerinde, kuyularında
yok olmuştu sanki. O dönemleri şöyle tasvir ediyordu: "Şehre bile gelmeye
cesaret edemezlerdi. Şapkasını alırlar, cebinde sigara söndürürler, alay
ederlerdi. Ben bunları yaşadım."
Sessizlik döneminde eğitimi öğretimi tamam oldu, akademik
hevesleri kuvvetliydi. Ankara'da 1944'te hukuk fakültesini bitirdikten sonra
Fransa'ya gitti. Hukuk doktorası yaptı. Döndü siyasete girdi. CHP'ye karşı
Demokrat Parti, Demokrat Parti'ye karşı Hürriyet Partisi'nde çalıştı.
1960'ların sonunda, kuşağının fikren bölündüğü sağ ve sol
gruplarından dostlarıyla beraber hapse girdi. Ünlü 49'lar. 24 kişiyle beraber
idamı istendi.
“Qimil” vakası
Hapse, devletin ağır, çok ağır bir suç saydığı bir nedenle
girmişti. Dostu ve müvekkili olan Musa Anter'in de yazdığı İleri Yurt
Dergisi'nde Kürtçe şiir yayınlamışlardı. Şu ünlü "Qimil" şiiri. Yazı
işleri müdürüydü. Ve Kürtçe çok yasaktı. Yasak bile değildi, yoktu. Olmaması
gerekiyordu. Olma alametleri de yok edilmeliydi. Yok edilmek istendiler, bu
yüzden. TCK’nin ünlü 125’inci maddesi, bu günler için vardı.
TİP fırtınasından
Diyarbakır Cezaevi’ne
Olmadı, yok edilemediler, hapisten çıktılar. Canip Yıldırım
hapisten çıkınca siyasete Türkiye İşçi Partisi'nde devam etti. TİP'in
programındaki "Kürt ve Arap vatandaşlar da birinci sınıf vatandaştır"
cümlesi, tercihinin nedenini açıklıyordu zaten, anlattığına göre.
49’ların fısıltısı, 1970’lere doğru yüksek sesli konuşmaya
dönüşmüştü. DDKD, DDKO, TİP fırtınası paralelinde ses getiren yapılardı.
Konuşan Kürtler artıyor, çoğalıyor, birbirine ve Kürt olmayanlara sesleniyordu.
Canip Yıldırım da akışın ön saflarındaydı. Ve 12 Mart. Yine tutuklandı, 1974
affıyla çıktı.
12 Mart tutsaklığı yıllarında tanıştığı genç Mehmet Uzun, ona ve kuşağına saygısını, onlar sayesinde Kürtçe yazan bir romancı olduğunu her fırsatta tekrar ederek ortaya koydu, göçüp gittiği güne kadar.
12 Eylül öncesi göz altındaki isimlerden biriydi, hedefti.
Kenti Amed artık onun için tehlikeli olmaya başlamıştı. Uzaklaştı. 12 Eylül'ü
kendisi hafif atlatsa da, Diyarbakır Cezaevi'nde olan biteni iyi anladı, iyi
bildi, iyi anlattı. O işkenceleri her konuşmasında anar, PKK'nin yükselişiyle o
cezaevindeki işkenceler arasındaki bağı dili döndüğünde anlatır.
“Romantik, platonik
Kürtçülük”
Devletin Kürt meselesinde kullandığı şiddete dikkat
çekmekten hiç yorulmadı, doğduğu yıldan büyüdüğü yıllardaki her önemli uğrakta
olan bitenin içinde teşhis ve tanıklık ettiği bu yalın şiddetin yol açtığı
karşı şiddeti anlamaya çalıştı.
PKK yükselmeye başladığında, kuşağının politik ömrünün
bittiğini iyi biliyordu, bu durumu güleç bir çelebilikle formüle etti. Kendi
siyasal bakışını, kuşağını da katarak, "bizim Kürtçülüğümüz platonik,
romantik" diye tanımladı. Ona göre, "zaten PKK hareketine
kadar"ki tüm hareketler romantik, platonikti. Çatışmaya, can kayıplarına,
ölmeye ve öldürmeye hiç taraf olmadıysa da, Kürt hareketinin son yıllarda
ulaştığı etkiyi ve Kürtlerin "yok"luktan güçlü bir siyasal faile
dönüşmesini dikkat ve sevinçle izledi. İzledi ama o kadar da kenardan izlemedi.
Kürt siyasal hareketinin sivil ayağının gelişmesine daima katkılar sundu. DEP,
HEP ve DEHAP'a katkılar sağladı. DTP Parti Meclisi'nde yer aldığında 80'lerine
yürüyordu.
“Berxwedan jîyan ê”
Kendi siyasal bakışını, "bizim Kürtçülüğümüz platonik,
romantik" diye tanımladı. Ona göre "zaten pkk hareketine kadar"
tüm hareketler romantik, platonikti.
Ankara'daki daimi adreslerinden biri Kurd-Der'di. Biri de
Babacan çay ocağıydı. Öğrencilerle inşaat işçilerinin, avukatlarla
müteahhitlerin, entelektüellerle ümmilerin, milletvekilleriyle seçmenlerinin
buluştuğu bu mekânı çok sever, burada çok sayılırdı. Sokağın başında
göründüğünde ayağa kalkılırdı daha.
Adını duyduktan yıllar yıllar sonra, evvel sene orada gördüm
ilk defa. Neşeli bir mecliste. 20'lerindeki gençler de, 40'larını, 50'lerini
sürenler de neşeli ve heyecanlıydı. Bir tarihle bir arada olma neşesi ve
heyecanı.
"Yaşamak, direnmektir" sözünün canlı örneğiydi
ömrü. “Berxwedan jîyan ê.” Hemen her zaman güler yüzlüydü bu yüzden. Hemen her
zaman neşeli. Oğlu Şehabettin Yıldırım, "Yaşamı çok severdi. Hiç vasiyeti
olmadı" diyor. Gençlere bir vasiyeti yoktu, olamazdı da, gençlerin
yaptıklarının kendilerinin yapamadığı olduğunu söyleyip duran biri olarak,
gençlere vasiyet ve nasihat bırakmanın boşluğunu her konuşmasına yaymıştı
zaten.
Ankara'da, Babacan çay ocağında bir Canip Yıldırım mitingi... |
“Kızlarım,
Oğullarım var
gelecekte,
Her biri vazgeçilmez
cihan parçası.”
*
Anlatmayı çok severdi ama dinlenirdi de, oğulları da kızları
da neşeyle dinlerdi...
*
Hayatını anlattığı uzun söyleşi, Orhan Miroğlu tarafından, "Hevsel
Bahçesinde Bir Dut Ağacı" adıyla kitaplaştırıldı.
*
Celal Başlangıç 10 yıl önce, 10 Ekim 2005’te “Tarihe tanık
bir yaşam!” başlığıyla anlattı Canip Yıldırım’ı, o yazıdır.
Yorumlar
Yorum Gönder