OHAL sonsuza giderken...
Olağanüstü Hal varken görünmeyen bir şeyle karşılaşıyoruz, yeni bir şey değil ama az görünür, bilinir bir şey. "Özel Güvenlik Bölgesi." Kaynağı var. "Türkiye Cumhuriyeti Demokrasisi"ne son şeklini veren 12 Eylül darbesi döneminde çıkan bir kanunda var. 2565 Sayılı Askeri Yasak Bölgeler ve Güvenlik Bölgeleri Kanunu. Kanunun tarihi, 18 Aralık 1981... Tarih önemli, çünkü askerlerin ülkenin herhangi bir bölgesini tam yetkiyle kendi denetimi altına almasının son derece doğal sayıldığı bir dönemin, 12 Eylül askeri cunta yönetimi döneminin ruhunu taşıyor. Lafzı ve ruhuyla bir darbe kanunu. Son günlerdeki uygulama, kanunda 13 Temmuz 2013'te, "çözüm süreci" sürerken yapılan değişikliğe dayandırılıyor.
Madde şöyle:
"Terörle mücadele kapsamında yürütülen operasyonlar nedeniyle, meskûn mahal dışında, can ve mal güvenliğinin korunması bakımından girilmesinde sakınca bulunan yerlerde operasyonun devam ettiği süreyle sınırlı olmak üzere; Genelkurmay Başkanlığı veya İçişleri Bakanlığının göstereceği lüzum üzerine Bakanlar Kurulu kararı ile askerî veya özel güvenlik bölgesi ilan edilebilir. Gecikmesinde sakınca bulunan hâllerde vali kararı ile on beş güne kadar özel güvenlik bölgesi ilan edilebilir.
Bu suretle ilan edilen güvenlik bölgelerinin sınırları ile yasağın kapsamı, başlangıcı ve bitimi ilgili makamlar tarafından uygun araçlarla duyurulur. Bu bölgelere ilgili makamların izni olmadıkça girilemez."
Değişiklik, "çözüm süreci"nin gerektirdiği "barış hukuku"nun kurulması yerine, daha sürecin başında "savaş hukuku"nun tahkim edildiğinin ilk örneklerinden biriydi. O zaman, yani 21 Mart 2013'ten sonra çıkarılan sözde "çözüm" amaçlı, yani "açılım" karakterindeki torba kanunların hepsinde bu türden savaş hukuku düzenlemelerini yerleştirmek adetti. Onları eleştirmek, dikkat çekmekse "çözüm süreci karşıtlığı" olarak yaftalanıyordu. Yaşadığımız kötü günler, o torba kanunlarla neye hazırlanıldığını daha iyi gösteriyor, ne yazık ki. Söz konusu madde, son iki yıl içinde güçlendirilen çatışmacı/savaşçı hukuk anlayışının ruhunu iyi gösteriyor: Genelkurmay'ın istemesi yeterli, İçişleri Bakanlığı, Bakanlar Kurulu filan hikaye, işin sırrı, düzenlemenin asıl amaca, "vali" kararında. Son iki yılın adım adım güçlendirilen, zaten arkaik, "hukuk devleti" tartışmalarının başladığı zamanlardan önceki zamanların kurumu olan "valilik"leri, OHAL döneminden önemli bir fark içeriyor: Artık, olağanlaşmış olağanüstü hal figürleri onlar. Tıpkı "kaldırdık" denilen DGM/Özel Yetkili mahkeme yetkilerinin, ruhunun Sulh Hukuk mahkemelerine yedirilmesi gibi. Maddenin bir hileli yanını da hemen görmek mümkün: Valiler bunu kaç kere yapabilir? Bir, iki, üç... "Ne yaptın" diye sorulur mu? Yok. Bin kere de yapsa... Buyrun sonsuz OHAL'e...
Bu savaşçı hukuk anlayışının son bir örneği de savaş zamanlarında yedi anayasa gücünde olan yönetmeliklerinden birinde, "Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanununun Uygulanmasına Dair Yönetmelik" değişikliğinde.
Toplantı yada gösteri düzenleyenlerin "polisin yardımcısı"na çevrilmesi, Anayasa'ya aykırı olan "izin" mecburiyetinin doğalmış gibi her toplantı ve gösteri yürüyüşüne gem olarak vurulması, gösterilerin "amblem, flama" vs. bahanesiyle her an kriminalize edilebilecek şekilde görülmesi çok ve haklı olarak eleştirildi. Eleştirilerden biri de "ifade hürriyeti"nin doğrudan "konuşma" kısmıyla ilgili. Ne kadar vurgulansa az, o yüzden bir de ben dikkat çekmeye çalışayım.
Bir madde ver yönetmelikte, şöyle diyor: "
“g) Halkı suç işlemeye özendirici konuşmaları önlemek,”
Suç işlemeye özendirici konuşmalar? Daha bir "konuşma"nın içeriğinin suç olup olamayacağı, suç sayılsa bile bunun şartlarının ne olacağı tartışması bir yere bağlanamamışken, bir "esnek" laf daha geliyor. İşçilerin haklarını istemeleri için direnmelerini önermek, HES'lere karşı köylülerin ve ekolojist grupların eylemlerine destek ya da katılma çağrısı, kamu otoritelerinin hukuksuz uygulamalarına karşı direniş (sivil itaatsizlik değil hayır, daha geri ve basit bir hak) hakkını hatırlatmak filan herhalde bu başlığın altında toplanıyor. Bu madde, "iç güvenlik paketi"nin ne türden bir savaşçı aklın düzenlemesi olduğunu en iyi gösteren madde sayılabilir. Çünkü, açıkça, yapılmak istenen "siyaseti yasaklamak"tır ve bunun en kolay yolu da siyasal her konuşmanın zorunlu olarak içerdiği gerilimli boyutu suçlandırmaktır. "Siyaseti yasaklamak", "şiddeti bitirme" demagojisi altında bu dönemin asli hedeflerinden biri. Demagojiyi oluşturan nokta şu: Siyasal alanda oluşacak etkinlikleri cendereye alırsanız, siyasetin doğasında olan şiddetin demokratik ve meşru alan ve formlarda karşı karşıya gelmesine izin vermezseniz, o şiddet birikimi çıplak şiddete dönüşme eğiliminden kurtulamaz. Zaten o yasağı ancak çıplak şiddetle uygulayabilirsiniz, ki bu bile "toplumsal barış"ı imha etmeye yeter. "Devletten gelen şiddet her durumda meşru, gerisi gayri meşru" derseniz, kırımların, katliamların mekaniğini onaylamaktan başka bir şey yapmamış olursunuz. 90'lar acı derslerle dolu, ama 80'ler de öyle, 70'ler de...
"Bu son savaşı kim çıkardı" sorusunun cevabını ararken, "çatışmasızlık günlerinde bu savaş kanunlarını kim çıkardı" sorusunun cevabıyla başlamak yeterli.
Yorumlar
Yorum Gönder