Abdülkadir Selvi'yi eleştirememek: Kan, aile ya da yurttaşlık
Yavuz Bingöl, “iktidardan hoşnut” müzisyenler arasında
olmada bir sakınca görmeyince, hakkında söylenmedik bırakılmamıştı. Ünlü
kişidir ve normaldir, kimi haklı kimi haksız, çok sayıda eleştirel söylemin
hedefi olduydu. Hır gürlü, bol magazinli, çok öfkeli, alaylı söylemler içinde,
iktidar ve sanat, muktedirlerle sanatçıların ilişkisi, popüler sanat ve
sanatçılığın iktidar ve temsilleriyle ilişkisi gibi başlıklara atlayıp, ufuk,
zihin ya da ruh açıcı tartışmalar çıkabilir mi diye umutlanmak boşuna değildi,
ama boşa çıktı esasen.
Üstelik, tuhaf bir şey daha oldu, babası bulunup (ya da babası söz söyleyeceği yerleri bulup-kim bilir ve her neyse) oğlu hakkında söylendi durdu. O ezeli haklı ve hain evlat elinden mağdur babaydı, babasına bunu yapan… Özetle önemli ve agorada konuşulması gerekli bir mesele, yurttaşlık meselesi etrafında konuşulması çok yararlı olacak bir mesele, aile-klan-kan bağı ekseninde argüman bulmuş oldu. Ne işe yaradı? Yavuz Bingöl’ün tercihini tutanlarla tutmayanlar ayrıştıkları saflarda birbirine sallamaktan başka iş yapmış oldu mu? İktidarların hep arzuladığı, hedeflediği ve onsuz yapamayacakları kültürel hegemonya ve ona karşı çatışmaya dair tartışmada ne kaldı elimizde? Eleştirilen “muhafazakâr” aklın çok beğeneceği, ama eleştirenlerin kaçınması gereken “kan bağı” esasına dayalı bir haklılık, bir meşruiyet argümanını daha da bir meşrulaştırmaktan başka?
Üstelik, tuhaf bir şey daha oldu, babası bulunup (ya da babası söz söyleyeceği yerleri bulup-kim bilir ve her neyse) oğlu hakkında söylendi durdu. O ezeli haklı ve hain evlat elinden mağdur babaydı, babasına bunu yapan… Özetle önemli ve agorada konuşulması gerekli bir mesele, yurttaşlık meselesi etrafında konuşulması çok yararlı olacak bir mesele, aile-klan-kan bağı ekseninde argüman bulmuş oldu. Ne işe yaradı? Yavuz Bingöl’ün tercihini tutanlarla tutmayanlar ayrıştıkları saflarda birbirine sallamaktan başka iş yapmış oldu mu? İktidarların hep arzuladığı, hedeflediği ve onsuz yapamayacakları kültürel hegemonya ve ona karşı çatışmaya dair tartışmada ne kaldı elimizde? Eleştirilen “muhafazakâr” aklın çok beğeneceği, ama eleştirenlerin kaçınması gereken “kan bağı” esasına dayalı bir haklılık, bir meşruiyet argümanını daha da bir meşrulaştırmaktan başka?
Abdülkadir Selvi, ablasının söylediğine göre Alevi bir
ailedenmiş. Aile devrimciymiş. Şimdi olduğu yer aileye dokunuyor, ablası
televizyonu bile açmıyormuş filan falan. Şimdi, “Alevilik” ve Abdülkadir Selvi’nin
savunucuları arasında olduğu “Sünni iktidar” ve onunla mücadele meselesinde bu üstüne
atlanan ve şehvetle yayılan bilgi bize ne kazandırır? Ne kaybettirir? Alevilik ve
Sünni-iktidar meselesini bir müddet askıya alırsak, yine elimizde Yavuz Bingöl
meselesinde olduğu gibi “aile” boyutu kalmıyor mu? Ailenin dinsel, mezhebi,
siyasi vs. tercihlerinden başka tercihler yapmak, kendi başına ne türden bir
kabullenilmezlik, ne türden bir kötülük, ne türden bir sorun oluşturur? Siyasal
sahnede “aile”nin bu türden bir baskınlığını kabul ettiğimizde, aileden
herhangi bir firarın, aileye herhangi bir biçimde cephe almanın “suç” ya da en
azından “sorun olduğunu” kabul etmiş olmaz mıyız? Öyleyse kan-aile-klan bağı
esas ise, o bağlardan azade politik düzen arayışlarına karşı cephe almak
zorunda kalmaz mıyız? “Öyle bir aileden nasıl böyle biri çıkar” formülüne bu
şekilde asılırsak, iktidar sahipleri kıs kıs gülüp, “Biz de onu diyoruz zaten”
demez mi?
“Alevilik”, “Asimilasyon” meselesine geleceğim, ama araya
biraz da kişisel bazı notlar eklemek istiyorum. “Alevi” bir aileden, “Kürt
Alevisi” bir aileden geliyorum. Siyasal ve kültürel hayatım, “aileden firar”
öykücükleri ve girişimleriyle dolu. Örneğin ailemin ve içine gömülü olduğu
aşiretin baskın CHP’liliği, her kritik süreçte, her seçimde, her düğün ya da
kına masasında benim tercihlerime kimi tatlı, kimi acı, kimi sert, kimi
yumuşak, kimi hoyrat, kimi efendi sayısız eleştiri/saldırı altında kalmama yol
açtı. Ben onlardan biri olarak, nasıl ve neden onların dışında hareket
ediyordum ki? Öykünün kişisel kısmını, Abdülkadir Selvi ile empati yapma gibi
saçma (saçma, çünkü sorun kişisel duygularla ilgili değil, genel siyasal
tercihlerle/düşüncelerle ilgili) bir sebeple yazmıyorum, meseleye yönelik
bakışımı şekillendiren süreçlerin doğasına ilişkin deneyimimi tartışma alanına
sürüyorum, naçizane. “Özünü inkâr eden haramzade” kalıbı, tüm o eleştirilerin
önünde sonunda gelip dayandığı yerdi ve o yer de kan ilkesinin diğer tüm
ilkelerin önüne geçtiği muhafazakâr siyasal duruşun ayağını bastığı yerdi.
Abdülkadir Selvi’ye, ailesi ve ailesiyle ilişkileri
üzerinden eleştiri yöneltmek, sanki şu an durduğu yer ailesinden bağımsız
biçimde eleştirilemezmiş, şu an yaptığı işler ailesi işe karıştırılmazsa
tartışılamazmış sonucunu çağırır. Ne Yavuz Bingöl’ün babasının ne de Abdülkadir
Selvi’nin ablasının, bu kişilerin politik tercih ve tutumlarını açıklamaya ya
da eleştirmeye yarar yanı var. İktidar çevrelerinde ya da işte destekçi
kümelerde aileleriyle araları gayet iyi, yaptıkları işten ailecek memnun, ele
güne karşı birbirini asla açık düşürmeyecek bağlara sahip çok sayıda kalemşor
ya da müzisyen ya da işte başka türden ünlü kişi yok mu? Onları ne yapacağız?
Bir babaları ya da ablaları ya da eski eşleri filan çıkmazsa söyleyecek laf
bulamayacak mıyız?
Abdülkadir Selvi meselesinin, “Alevilerin asimile edilmesi”yle
ilgisi de haber üzerine çok dillendirildi. Bir zamanlar aynı saflarda yer
aldığı Emre Uslu, twitter hesabından şöyle yazdı örneğin: “TR'de Alevi
sorununun en net örneği Abdulkadir Selvi. Alevi kimliğiyle var olamayınca
asimile olmayı tercih etmiş.”
Bir kere, Alevi asimilasyonu, son 13 yıla gelene kadar içinden “Abdülkadir Selvi”ler, yani siyasal İslamcı kadrolar yetiştirmeye yönelik bir tasarım değildi. Devletin projesi, Alevileri alıp Sünni-siyasal İslamcı haline getirmek değil, bir tür resmi mezhep olarak Sünniliğe devletin arzuladığı şekli verirken, Aleviliğin de sekülerlik rüşvetiyle (ki, can güvenliği anlamına gelir öncelikle) folklorize edilmesiydi. Aleviliğin Sünniliğe asimilasyonu, birçok kuvvetli alametle gösterilebileceği gibi, bugünkü iktidarın arzu ve olası hedefleri arasındadır. En azından, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın söylemleri bu arzu ve hedefin varlığına inandıracak yeterli sarahate sahiptir. Selvi’nin en açık Emre Uslu’nun söylediği türden bir “asimilasyon” işlemi nedeniyle siyasal İslamcı bir iktidar heyetinin medya isimleri arasında yer aldığına inanmak için, o türden çok sayıda kişi daha görmemiz gerekirdi. Nasıl bir asimilasyon ki, aileden bir tek Abdülkadir Selvi’yi seçip almış? Nasıl bir asimilasyon ki, Abdülkadir Selvi’nin durduğu yerde sadece Abdülkadir Selvi duruyor. Oysa o “asimilasyon” hiç de bir kişiyi etkileyecek kadar başarısız olmadı! Uslu’nun sözünde, diğer benzer eleştirilerle ortak olan bir yan daha var, Abdülkadir Selvi’nin kişiliğinde bir sorun olduğu iması yani. Bu noktada iş “kan esaslı” bakışı uç noktasına kadar götürmeye varıyor: Aile sağlamsa, bu çürük! “Tercih” lafındaki ima bu. Üstelik, “asimilasyon”la olmuşsa bu olanlar, hınçla saldırmaktan ya da alay etmekten ya da aşağılamaktan çok daha başka yola girmek gerekir; çünkü “asimilasyon”, bu satırların yazarının hem mezhebi hem etnik boyutta bütün bedeninde, ruhunda ömrünce gördüğü gibi tatlı değil acı, çok acı bir süreç, bir dönüşümdür. Neyse, zaten meselemiz empati değil, siyasal ilke arayışı.
Bir kere, Alevi asimilasyonu, son 13 yıla gelene kadar içinden “Abdülkadir Selvi”ler, yani siyasal İslamcı kadrolar yetiştirmeye yönelik bir tasarım değildi. Devletin projesi, Alevileri alıp Sünni-siyasal İslamcı haline getirmek değil, bir tür resmi mezhep olarak Sünniliğe devletin arzuladığı şekli verirken, Aleviliğin de sekülerlik rüşvetiyle (ki, can güvenliği anlamına gelir öncelikle) folklorize edilmesiydi. Aleviliğin Sünniliğe asimilasyonu, birçok kuvvetli alametle gösterilebileceği gibi, bugünkü iktidarın arzu ve olası hedefleri arasındadır. En azından, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın söylemleri bu arzu ve hedefin varlığına inandıracak yeterli sarahate sahiptir. Selvi’nin en açık Emre Uslu’nun söylediği türden bir “asimilasyon” işlemi nedeniyle siyasal İslamcı bir iktidar heyetinin medya isimleri arasında yer aldığına inanmak için, o türden çok sayıda kişi daha görmemiz gerekirdi. Nasıl bir asimilasyon ki, aileden bir tek Abdülkadir Selvi’yi seçip almış? Nasıl bir asimilasyon ki, Abdülkadir Selvi’nin durduğu yerde sadece Abdülkadir Selvi duruyor. Oysa o “asimilasyon” hiç de bir kişiyi etkileyecek kadar başarısız olmadı! Uslu’nun sözünde, diğer benzer eleştirilerle ortak olan bir yan daha var, Abdülkadir Selvi’nin kişiliğinde bir sorun olduğu iması yani. Bu noktada iş “kan esaslı” bakışı uç noktasına kadar götürmeye varıyor: Aile sağlamsa, bu çürük! “Tercih” lafındaki ima bu. Üstelik, “asimilasyon”la olmuşsa bu olanlar, hınçla saldırmaktan ya da alay etmekten ya da aşağılamaktan çok daha başka yola girmek gerekir; çünkü “asimilasyon”, bu satırların yazarının hem mezhebi hem etnik boyutta bütün bedeninde, ruhunda ömrünce gördüğü gibi tatlı değil acı, çok acı bir süreç, bir dönüşümdür. Neyse, zaten meselemiz empati değil, siyasal ilke arayışı.
Hasılı, bu yol kötü yol. Abdülkadir Selvi’yi eleştirecek
birçok yol, bir çok sebep, birçok argüman, birçok kavram var. Medya-iktidar
ilişkileri, “yazarlık” titri-hegemonya bağıntıları, gazetecilik usulleri vs.
Buralardan yürümek sadece meşru değil, gereklidir de. Aksi halde bu kudrette
bir iktidarla baş etmenin yollarını bulmak zorlaşır. Fakat, aile-kan-klan
bağları filan, bizi bir siyasete götürürse eğer, iktidarın kazandığı siyasete
götürür.
Yavuz Bingöl'ün kardeşi, babası; Niran Ünsal'ın kardeşi,
Abdülkadir Selvi’nin ablası… Siyasi fayların mikro kırıkları-göçükleri.
Kültürel transfer, öyle anlaşılıyor ki, servet transferinden daha çok tepki
uyandırıyor. “Kültür savaşı” yaşadığımızdan mı? Medeniyet savaşı? Medeniyet-ler
savaşı? Bu örneklere bakarak şu kadarını diyebiliriz: Kan esaslı, akrabalığa
dayalı bakıştan kurtulmadan, kan esaslı, akrabalığa dayalı bakışlara yaslanan
muhafazakârlık biçimleriyle mücadele etmeyi ancak hayal edebiliriz. Aslında
hayal bile edemeyiz.
Merhaba Hocam,
YanıtlaSilBu tür mevzulara girerken "benim de Kürt arkadaşlarım var" der gibi bir çeşit etnik kimlik beyan etmek usulden olduğundan ben de Türk ve Alevi kökenli, bulunduğu kan bağı, cemaat, aşiret ya da köylülük üzerinden kaln halinde 3-4 göbek, güvenlik temelli CHP kökenli bir ailenin bireyi olduğumu baştan belirteyim. Tarifte ne kadar hata, sorun olduğu ayrı bir yazının konusudur şüphesiz.
Geldiğimiz ve durduğumuz yer itibariyle sizin pozisyonunuzdan çok da uzak olmadığını düşündüğüm bir yerdeyim. Ailemin, akrabalarımın, köylümün hatta akrabalık ilişkileri içerisinde bulunduğum yakın-komşu köylerin ahalilerinin tamamının durduğu yerden bir adım daha yukarı çıktığım için bulunduğum yerden şikayetçi değilim. Eminim siz de değilsinizdir. Okuyor, yazıyor, izliyor, çiziyor olmanız, sokağı, hayatı, dünyayı kavrama çabanız, bunlar üzerine aslında diğerlerinin de ikna olduğu ama güvenlik başta olmak üzere çeşitli kaygılardan dolayı kronikleşmiş oy verme ve particileşme kalıbını kıramayan akrabalarımız nezdinde bir utanç sebebi olmadığımızı düşünüyorum. Sizin, benim ya da benzeri bir kimliğin, nerede, nasıl bir politik çevrede duracağımız, durduğumuz belki ailemizi rahatsız edebilir ama bir utanç sebebi olmaz. Çünkü biz katillerimizle yan yana durmamayı biraz önce saydığım çeşitli yetenek ve alışkanlıklarımızdan biliyoruz. Emin olun akrabalarımız da biliyor. Ablamıza -ki benim ablam yok- televizyon kapattıracak kadar yavuzun yanında duramayacağımızı herkes biliyor. Yavuz'un ya da Abdülkadir'in akrabalarının asıl derdi budur. Bu minvalda, Berkin'in ailesini yuhalatana el veren kişiye babalarımızın, ablalarımızın küsmesi, kırılması politik olarak da bizim konuşabileceğimiz bir şey olmalı. Tabii ki tek şey olmamalı ama bu aileden, bu gelenekten, bu insan nasıl çıkar, diyerek o insanı hayatın her alanında olduğu gibi buradan da eleştirmek siyasetin bir parçası olmalı. Bu tavır anaerkil ya da ataerkil bir tavır değil, aksine 600 yılı aşkın süredir yaşanmış bir mağdurluktan mazlumluğa dönüşün eleştirisidir.
Zalimden korkan bir baba, oğlunu zalimden korumak için ismiyle onu kamufle ederken (doğruluğu ayrıca tartışılır) oğlunun durduğu yer tam bir tez konusudur. Aynı örnek diğerleri için de üç aşağı beş yukarı geçerlidir.
Saygılarımla,
Mahir