Bu karar 'Öldürmek serbest' diyor!
Roboski katliamına ilişkin takipsizlik kararı,
Türkiye Cumhuriyeti sınırları üstünde,
içinde ve dışında birilerinin ölümünü
hukuki açıdan soruşturma,
kovuşturma konusu yapılamayacağını
ilan ediyor.
Bombaların dağladığı yeri sözler, kararlar tekrar tekrar dağlıyor. Bombalar kadar acımasızca. Askeri savcılığın takipsizlik kararı gibi.
Karar bir şey söylüyor. Çok ciddi, çok ağır bir şey. Sınır bir karar bu. Roboskî katliamının kendisi gibi: Türkiye Cumhuriyeti sınırları üstünde, içinde ve dışında birilerinin ölümünün hukuki açıdan soruşturma, kovuşturma konusu yapılamayacağını ilan ediyor. Tekraren. Buz gibi bir dille, buz gibi akılla. Adaletin soğuk, vakarlı dili değil bu, operasyoncunun kalbi buzdan dili.
Kim öldürülebilir?
Kararın sırrı şu soruda: Kimin ölümü kovuşturma konusu yapılamaz? O kimdir ki yasamanın verdiği, yürütmenin taşıyıp teslim ettiği ve bürokrasinin ölüm makinesinin, en gelişkin yok etme makinesinin, askeri gücün seferberliğiyle paramparça edilir, fakat yargının incelikli terazisi “Yok bir şey. Kazadır bu” deyip defteri kapatır? Bu kişinin kimliğini açık ettiğimizde, takipsizlik kararının anlamını da açığa çıkarmış oluruz.
Karar evvela, o gece olan biteni (ciddi eksikler varsa da, örneğin köylülerin askeri yetkililere ulaşma çırpınışlarını inandırıcı biçimde pek de araştırma konusu yapmadan) neredeyse dakika dakika bir hikayeye çeviriyor. Tüm kahramanların adını da veriyor.
Hikâye: Bir hareketlilik gözleniyor. “Isı algılanıyor” yani. Motor ısısına duyarlı cihazlarla, yük hayvanlarının ısısına duyarlı cihazlarla ve damarda kanı akan canlı insanın vücut ısısına duyarlı cihazlarla. Yazışılıyor. Konuşuluyor. Bir karara varılıyor: Silah kullanma yetkimiz var. O halde kullanalım. Yetkiler boşuna verilmez. İşte, Meclis’in (AK Parti, CHP ve MHP’nin oylarıyla geçmiş) yetki tezkeresine bakılıyor. Yetki tezkeresi, “Kuşkulu bir şey görürsen, vur” diyor. Herkes birbiriyle haberleşiyor. En son Genelkurmay Başkanı ile haberleşiliyor. Sonrası malum: Isıya duyarlı cihazların başlattığını, cana duyarsız eller tamamlıyor. Dört saat süren ateş yağmuru. Karadan topçu atışı, havadan bombardıman. Askeri savcılık a) istihbarat raporları b) iç iletişim bilgileri c) hukuki çerçeve (yetki tezkeresi) bilgilerini aktardıktan sonra, her şeyi özetleyen cümleyi şöyle kuruyor: “kaçınılmayacak bir hataya düştükleri sonucuna ulaşılmıştır.” Böylece kovuşturmaya yer olmadığına karar veriyor. Takipsizlik yani.
Bu, bir “yargısal karar” olarak, TBMM tezkeresiyle başlayan bir işi, işin ruhuna uyumlu biçimde kapatmış oluyor. “Kaçınılmaz hata” ne olabilir? Şu değilse: Meclis’te yetki verdiysen, o yetkinin kapsamı “kuşku duyduğunu vur”sa, kuşku duyduğu durumda vurmuşsa, vurduğu pek de vurmakla alenen gurur duyulacak kişiler, yani omzu silahlılar çıkmamışsa, bu “kaçınılmaz hata”dır.
Askeri savcılık böyle diyor. İyi de bu söz, iki yıllık adli araştırma sürecinin final sözü, daha önceki bazı sözlerle aynıysa tuhaf bulmak gerekmez mi? Hatırlayalım. Katliamın üstünden iki yıl ve 10 gün geçtikten sonra çıktı takipsizlik kararı; fakat katliamın üstünden bir gün geçmeden AK Parti yetkililerinden Hüseyin Çelik aynı şeyi söylemişti. Çelik, o zulüm gecesinden sonra 29 Aralık 2011’de kameraların karşısına geçip, “Nihai karara varmak için acul davranmamak gerektiğini düşünüyorum” demiş, eklemişti: “Burada bir kasıt söz konusu değildir. Bunu 33 kurşuna benzetenler çok art niyetli ve ideolojik beyanatlarda bulunuyorlar. (…) burada maalesef bir operasyon kazası vardır. Eğer ilk etapta gelen bilgiler doğruysa.” Sözleri, o gün vaat edilen “askeri ve idari soruşturma” tamam olduktan sonra “yargı kararı”na dönüştü: “Bu bir operasyon kazasıdır.”
Kararda, yürütmeyle ortak olan bir fikir daha var: Savcılık, bölgedeki askeri karakollara yönelik eski saldırıları hatırlatarak, benzer hareketliliklere ateş edilmediği için askerin eleştirildiği bilgisini gerekçeleri arasına katıyor. Ama ondan çok çok önce, katliamdan kısa süre sonra Başbakan Erdoğan da aynı şeyi söylemişti: “Bir grubun olması daha önce Gediktepe ve Hantepe baskınlarında silahlar katırlarla taşınmasını hatırlatıyor. O zaman da niye bunlara müdahale edilmemişti denilmişti.”
‘O koşullar…’
Askeri yargı da aynı dille, aynı mantıkla, aynı öykü kurgusuyla anlatıyor her şeyi bize, aynı kötü teraziyi kullanarak: “O koşullarda öyle davranmaktan başka çare yoktu.” Bu bir yargısal kararı mı, yoksa devletin çete olarak davrandığı alanlarda klasikleşmiş bir genel savunma retoriği mi? “O koşullar” malum, Ermeni soykırımı için de kullanılan bir kalıptır: “Ölüm kalım savaşı veriliyordu. Ermeniler Ruslarla işbirliği yapıyordu.” Ya da Dersim jenosidi için: “Eşkıyalık vardı. İngilizlerle işbirliği vardı. Cumhuriyette birlik lazımdı.” Yani: “O koşullarda öyle davranmaktan başka çare yoktu.”
Bu buluşmanın özeti olarak son takipsizlik kararının bize ilan ettiği şey şu değil midir: “Oralarda benzer hareketlilikler göründüğü her durumda, benzer işler olacak.” Yani takipsizlik kararı, Roboskî benzeri acıların önünü kesmeyi bırakın, önünü açıyor. Yasama, yürütme ve yargının büyük birliğiyle.
Katliam ama cinayet değil!
Agamben bir kişiden bahseder. Bu kişiye dokunulmaz, en Türkçesiyle “mundar”dır ona dokunmak. Bu dokunulmazlık, bu toplum dışına itilmişlik bir durumda ilginç bir sonuç doğurur: Öldürülünce, öldürenin takibi gerekmez. Öldüren öldürdüğüyle kalır, ölen öldüğüyle. “Kutsal insan”dır bu. Öldürülmesi suç teşkil etmeyen, öldürüldüğü zaman ceza sisteminin devreye girmediği; girince de işte “takipsizlik” kararıyla durumu ifşa ettiği: Bu cinayet, bizim sistemimize göre cinayet değildir. Normal bir iştir.
Kimin ölümü normal bir iş olabilir? Normal bir siyasal birlikte, o birliğin içindeki kişilerin canına kast cezasız kalamaz. Kaldığında, canına kast edilenin o birliğin dışında olduğuna hükmedilmiştir. Roboski kararı, ölenlerin siyasal birliğin dışında olduğunun da ilanıdır.
Bu, hukuki yolun dışına çıkıştır. Yolsuzluktur. Canımı alıp, canımı alanı yargılamıyorsan, hukuk yolunun dışına çıkmışsındır. Yolsuzsundur.
Şimdi en başa, ilk soruya dönebiliriz: Roboskî’de katledilenler, canları adli kovuşturma konusu yapılmayacak kişilerdir. Ellerinde silah olmaması “kaza”yı yaratan şeydir; bombalanmaları değil! İttifak noktası şudur: Elinde silah olanlar, ısıya duyarlı cihazların saptamasından sonra öldürülürlerse, hak etmişlerdir. Karar bu yönüyle, “yargısız infaz”ları meşrulaştırma görevini de ek olarak yerine getiriyor.
‘Ahlaki, vicdani çöküş’
Katliamcıları Meclis’te aklayan rapora koyduğu muhalefet şerhinde CHP Milletvekili Levent Gök, şöyle demişti: “Uludere olayında devletin bütün üst kademesi kader birliği içerisindedir. Uludere olayının bugüne değin aydınlatılmamasının tek sebebi budur.” Ve eklemişti: “Devlet ahlaki ve vicdani yönden çökmüştür.”
Doğru. Gök’ün tespiti, devletin ahlak ve vicdan konusundaki bir sapmanın değil, bir durumun da tespitidir aslında. “Durum” şudur: Kürt varlığı ve kaderi devlet nezdinde “ahlak ve vicdan”la ve elbette hukukla kayıtlanmadan üstünde iş görülecek bir sorunun varlığı anlamına gelir. En geç 1925’te kesinleşen, temel politika seçilen bu tutum, Ağrı, Dersim, 33 Kurşun gibi kırım ve katliamları “meşru” gören bir iradenin eseridir. Roboski, hem bu tarihsel dizinin hem de 1984 sonrası yaşananların modus operandi’sinin vardığı yerdir. Devlet kayıtlarında Kürt’e açılan levh-i mahfuzdur.
Ahlak ve vicdan değil, hedefi temine yarayacak en etkili aracın en etkili biçimde kullanılmasıdır önemli olan bu iş görme tarzında. “Adalet teşkilatı”nın bu “ahlak ve vicdan” yoksunluğunu telafi değil tahkim için kullanılışı da sır değildir. Roboskî’ye ilişkin takipsizlik kararı, Kürt varlığına ilişkin devletin ısrarla takip ettiği kararlar dizisinin olağan sonucudur. ‘Devlet dersinde öldürülmüştür’ dedikleri budur.
Yorumlar
Yorum Gönder