Taksim'in başını da duman kaplamış
Ortalık toz duman.
Neyin tozu, dumanı bu?
İktidar
için cennet sayılacak
bir toplum kurma arzusunun
toz dumanı.
Toplumsal
cehennemler çünkü,
cennet yaratma
faaliyetinin bildik sonucudur.
1 Mayıs Cuma günü zirveye çıkan Gezi Parkı eylemleri nedir?
Bir itiraz, bir isyan olduğu açık ama daha ötesini konuşmak için acele etmemeliyiz. Alain Badiou’nun Arap Baharı için söylediği gibi: “Bu hareketin aptal öğretmenleri değil, akıllı öğrencileri olmayı seçmeliyiz.”
Neye itiraz? Buna gelmeden önce, itiraz henüz küçükken, Gezi Parkı’nın bir köşesinde toplanmış çok az sayıda kişiden ibaretken neler olduğuna bir bakalım: Bir sabaha karşı polis, hiçbir uyarı, açıklama, davet olmadan, yani hukuka tamamen aykırı biçimde saldırdı, insanları çekip attı, çadırlarını toplayıp yaktı. Çadır yakmak çok vahimdi: Şahsın mülkünü çeşitli nedenlerle tutma, alıkoyma yetkisi var güvenlik güçlerinin ama imha etme yetkisi yok; sadece mahkemelere verilmiş bir yekti o ve özel şartlarda mümkün ancak.
Hep daha sert
Polis bunu bir gün sonra da tekrar etti ve sonra da... Her müdahale öncekinden sert, her cevap öncekinden kalabalıktı. Hiç kimsenin başını çekmediği bir kitle büyüyüp durdu. Burada ben de durayım. Nedir bu müdahale merakı? Tarzı? Bu eylem sevmezlik?
Bir anlama denemesi:
Eylem, 12 Eylül’ün toplum tasarımıyla birlikte zihnen mahkûm edildi, toptan. Eylem düşmanlığı, eylemci düşmanlığı tüm iktidarlarda bulunabilecek bir haslet ancak Türkiye’deki hali, 12 Eylül aklının ideolojik verimidir. Siyasetin toplumdan temizlenmesini, merkezin siyasetine teslim olmuş akıl ve ruhların haricindekilerin marjinalize edilmesini hedefleyen bu ideolojik tasarım, böylece egemenliğin sahiplerinin siyasetini rakipsiz hâkim kılmayı umar. Bu hâkimiyet sağlanınca da bedenleriyle ortaya çıkanların, siyaseti bedenleri üzerinden yapanların, yani eylemcilerin, göstericilerin karşılaştığı her türlü müdahale meşru görünür. 12 Eylül sonrasında gösterilere ve göstericilere karşı tanık olduğumuz zalimane tutumlar, bu ideolojik haleyle mümkün olur.
‘Eylem’ nedir?
Oysa, eylemci kendini ortaya koyar. Kendini açıklar. Demokrasinin öngörülür hallerinden biridir bu. Eylemci açıktır, düşüncesini bedeniyle beraber açıklamakta, açığa koymaktadır. Bir talep, bir teklifle ortadadır. Bu açıklık, korunması gereken bir açıklıktır, çünkü kendini açıklamakla tehlikeye de açık hale gelir. ‘Eylemci’nin bu açıklığı, katılım ne kadar çok olursa olsun, onu kırılgan hale getirir; hem fizik hem de ideolojik bir kırılganlıktır bu. Egemen güç eylemcinin kırılganlığını, eylemcinin potansiyel gücünün aleyhine kullanmak için her planda saldırıya geçer: Eylemciyi ‘toplum dışı’laştırmak ilk ataktır. Marjinal, yıkıcı, saldırgan, çapulcu vb. eleştiriler bu kadim stratejinin bildik lafzıdır.
‘Millet’ten dışlananlar
Eylemci eyleme başladığında toplumdan ayrılır, fakat bu ayrılık taleplerinin sonuçlarıyla topluma dönme ayrılığıdır; egemen güç talepleriyle değil, yenilgileriyle dönmesi, yani dönmemesi için dışlayıcı, aşağılayıcı dile yönelir. Dilin yanı sıra kamu gücünü de sahaya sürer. Türkiye özelinde ‘millet’ten dışlanmayan eylemci yoktur. Türkiye’deki hegemonik güçlerin usullerinden biridir bu: Hak talep eden, şikâyet eden, itiraz eden, isyan eden daima ‘kötü, şeytani, mücrim’ addedilir; ‘millet’ ya da ‘ulus’ ya da ‘halk’ onlar gözden çıkarıldıktan sonra kalanlardır. Bu saf, steril, sadece egemenlerin değer ölçüm aygıtlarına uygun olanlardan oluşan muhayyel toplum, kurucuları için bir tür yeryüzü cenneti gibidir, fakat kalanlar için cehennemin ta kendisidir. Cennet kurarken cehennem yaratmak budur.
İşte Gezi Parkı eylemlerine de ilk andan itibaren böyle bakılmış, şimdi de böyle bakılması istenmektedir. Bir yandan ‘polisin orantısız güç kullandığı’ yarım ağızla kabul edilse de bu gücün talimatını verme yetkisi ne hukuki ne de ahlaki açıdan tartışma konusu yapılmayarak düzeneğin devamı garantiye alınmak istenmektedir. Oysa ‘demokratik bir işleyiş’in bulunduğu yerde kamu gücü, özellikle de onun ‘güç-silah kullanma tekeli’nin eylemcinin karşısında değil, yanında olması, onun saldırıya açıklığını, kırılganlığını koruyor olması gerekir. Aksi durumda, ‘çoğulluk’ fikri bir fantezi düzeyine bile ulaşamaz.
Karalama çabaları
“Tamam polis yanlış, evet Başbakan’ın dili sert ama eylemler vesayetçilere hizmet” demek, demokrasi kavramını, demokrasi kuruluş sürecinin aleyhine kullanma cinliğidir. “Biz burda demokrasi kuruyoruz, siz az sessiz olun” denildiğinde, demokrasinin bir egemenlik hobisi olmasından başka sonuca çıkamazsınız. Çünkü demokrasi sandıkla ele geçirilecek ve yeni sandık konulana kadar tepe tepe, gaz ve cop eşliğinde herkese karşı kullanılabilecek bir ganimet değil, her karar anında girilen bir sınavdır. Gezi Parkı’na ilişkin karar da böyle bir sınavdı; karara itiraz ve itiraza uygulanan baskı, sınavda hep aynı ezberi yazan devletin çuvalladığı yer oldu.
Siyasal narsisizm
Hükümet, aldığı büyük gücün desteğiyle, o gücün dayanağını toplumun tamamı olarak kabul ettirmek istiyor. Bu kendisinden gayrısını görmeyen siyasal narsisizm, yükselen sesleri daha yüksek sesle bastırmaktan başka bir yöntem geliştiremiyor ve buna da demokrasi demek istiyor. Bu türden bir narsisizm, çoğulluğu bırakın, ikili bir konuşma, bir diyalog için bile zayıftır. Çok eski zamandan bir bilgin anlatıyor: “Kendini beğenmişliğin musibetlerinden biri, meydana geldiği her işte eksikliğe neden olmasıdır.” Ve “Kendini beğenmişliği ortadan kaldırmanın yollarından biri, insanın, kendi hatalarını nasıl bileceği konusunu tartışırken söylediğimiz gibi, kendisinin sahip olduğu iyilik ve kötülüklerin değerlendirilmesini başkasına bırakmasıdır.” (Ebubekir Razi, et-Tıbbu’r Rûhanî, çeviren: dr. Hüseyin Karaman, İz Yayıncılık) Evet, iyilik ve kötülüklerin değerlendirilmesinin başkasına bırakılması, sadece bireysel psişik bir çare yolu değil, toplumsal siyasal diyalog açısından da bir çare yoludur, ‘başkası’ hiç yokmuş gibi yapan bir siyasal güç, başkasını hep haksız sayan bir siyasal güç, çatışmadan başka bir davetiye yollayamaz topluma.
31 Mayıs, bu davete icabetti, öncelikle.
Bir itiraz, bir isyan olduğu açık ama daha ötesini konuşmak için acele etmemeliyiz. Alain Badiou’nun Arap Baharı için söylediği gibi: “Bu hareketin aptal öğretmenleri değil, akıllı öğrencileri olmayı seçmeliyiz.”
Neye itiraz? Buna gelmeden önce, itiraz henüz küçükken, Gezi Parkı’nın bir köşesinde toplanmış çok az sayıda kişiden ibaretken neler olduğuna bir bakalım: Bir sabaha karşı polis, hiçbir uyarı, açıklama, davet olmadan, yani hukuka tamamen aykırı biçimde saldırdı, insanları çekip attı, çadırlarını toplayıp yaktı. Çadır yakmak çok vahimdi: Şahsın mülkünü çeşitli nedenlerle tutma, alıkoyma yetkisi var güvenlik güçlerinin ama imha etme yetkisi yok; sadece mahkemelere verilmiş bir yekti o ve özel şartlarda mümkün ancak.
Hep daha sert
Polis bunu bir gün sonra da tekrar etti ve sonra da... Her müdahale öncekinden sert, her cevap öncekinden kalabalıktı. Hiç kimsenin başını çekmediği bir kitle büyüyüp durdu. Burada ben de durayım. Nedir bu müdahale merakı? Tarzı? Bu eylem sevmezlik?
Bir anlama denemesi:
Eylem, 12 Eylül’ün toplum tasarımıyla birlikte zihnen mahkûm edildi, toptan. Eylem düşmanlığı, eylemci düşmanlığı tüm iktidarlarda bulunabilecek bir haslet ancak Türkiye’deki hali, 12 Eylül aklının ideolojik verimidir. Siyasetin toplumdan temizlenmesini, merkezin siyasetine teslim olmuş akıl ve ruhların haricindekilerin marjinalize edilmesini hedefleyen bu ideolojik tasarım, böylece egemenliğin sahiplerinin siyasetini rakipsiz hâkim kılmayı umar. Bu hâkimiyet sağlanınca da bedenleriyle ortaya çıkanların, siyaseti bedenleri üzerinden yapanların, yani eylemcilerin, göstericilerin karşılaştığı her türlü müdahale meşru görünür. 12 Eylül sonrasında gösterilere ve göstericilere karşı tanık olduğumuz zalimane tutumlar, bu ideolojik haleyle mümkün olur.
‘Eylem’ nedir?
Oysa, eylemci kendini ortaya koyar. Kendini açıklar. Demokrasinin öngörülür hallerinden biridir bu. Eylemci açıktır, düşüncesini bedeniyle beraber açıklamakta, açığa koymaktadır. Bir talep, bir teklifle ortadadır. Bu açıklık, korunması gereken bir açıklıktır, çünkü kendini açıklamakla tehlikeye de açık hale gelir. ‘Eylemci’nin bu açıklığı, katılım ne kadar çok olursa olsun, onu kırılgan hale getirir; hem fizik hem de ideolojik bir kırılganlıktır bu. Egemen güç eylemcinin kırılganlığını, eylemcinin potansiyel gücünün aleyhine kullanmak için her planda saldırıya geçer: Eylemciyi ‘toplum dışı’laştırmak ilk ataktır. Marjinal, yıkıcı, saldırgan, çapulcu vb. eleştiriler bu kadim stratejinin bildik lafzıdır.
‘Millet’ten dışlananlar
Eylemci eyleme başladığında toplumdan ayrılır, fakat bu ayrılık taleplerinin sonuçlarıyla topluma dönme ayrılığıdır; egemen güç talepleriyle değil, yenilgileriyle dönmesi, yani dönmemesi için dışlayıcı, aşağılayıcı dile yönelir. Dilin yanı sıra kamu gücünü de sahaya sürer. Türkiye özelinde ‘millet’ten dışlanmayan eylemci yoktur. Türkiye’deki hegemonik güçlerin usullerinden biridir bu: Hak talep eden, şikâyet eden, itiraz eden, isyan eden daima ‘kötü, şeytani, mücrim’ addedilir; ‘millet’ ya da ‘ulus’ ya da ‘halk’ onlar gözden çıkarıldıktan sonra kalanlardır. Bu saf, steril, sadece egemenlerin değer ölçüm aygıtlarına uygun olanlardan oluşan muhayyel toplum, kurucuları için bir tür yeryüzü cenneti gibidir, fakat kalanlar için cehennemin ta kendisidir. Cennet kurarken cehennem yaratmak budur.
İşte Gezi Parkı eylemlerine de ilk andan itibaren böyle bakılmış, şimdi de böyle bakılması istenmektedir. Bir yandan ‘polisin orantısız güç kullandığı’ yarım ağızla kabul edilse de bu gücün talimatını verme yetkisi ne hukuki ne de ahlaki açıdan tartışma konusu yapılmayarak düzeneğin devamı garantiye alınmak istenmektedir. Oysa ‘demokratik bir işleyiş’in bulunduğu yerde kamu gücü, özellikle de onun ‘güç-silah kullanma tekeli’nin eylemcinin karşısında değil, yanında olması, onun saldırıya açıklığını, kırılganlığını koruyor olması gerekir. Aksi durumda, ‘çoğulluk’ fikri bir fantezi düzeyine bile ulaşamaz.
Karalama çabaları
“Tamam polis yanlış, evet Başbakan’ın dili sert ama eylemler vesayetçilere hizmet” demek, demokrasi kavramını, demokrasi kuruluş sürecinin aleyhine kullanma cinliğidir. “Biz burda demokrasi kuruyoruz, siz az sessiz olun” denildiğinde, demokrasinin bir egemenlik hobisi olmasından başka sonuca çıkamazsınız. Çünkü demokrasi sandıkla ele geçirilecek ve yeni sandık konulana kadar tepe tepe, gaz ve cop eşliğinde herkese karşı kullanılabilecek bir ganimet değil, her karar anında girilen bir sınavdır. Gezi Parkı’na ilişkin karar da böyle bir sınavdı; karara itiraz ve itiraza uygulanan baskı, sınavda hep aynı ezberi yazan devletin çuvalladığı yer oldu.
Siyasal narsisizm
Hükümet, aldığı büyük gücün desteğiyle, o gücün dayanağını toplumun tamamı olarak kabul ettirmek istiyor. Bu kendisinden gayrısını görmeyen siyasal narsisizm, yükselen sesleri daha yüksek sesle bastırmaktan başka bir yöntem geliştiremiyor ve buna da demokrasi demek istiyor. Bu türden bir narsisizm, çoğulluğu bırakın, ikili bir konuşma, bir diyalog için bile zayıftır. Çok eski zamandan bir bilgin anlatıyor: “Kendini beğenmişliğin musibetlerinden biri, meydana geldiği her işte eksikliğe neden olmasıdır.” Ve “Kendini beğenmişliği ortadan kaldırmanın yollarından biri, insanın, kendi hatalarını nasıl bileceği konusunu tartışırken söylediğimiz gibi, kendisinin sahip olduğu iyilik ve kötülüklerin değerlendirilmesini başkasına bırakmasıdır.” (Ebubekir Razi, et-Tıbbu’r Rûhanî, çeviren: dr. Hüseyin Karaman, İz Yayıncılık) Evet, iyilik ve kötülüklerin değerlendirilmesinin başkasına bırakılması, sadece bireysel psişik bir çare yolu değil, toplumsal siyasal diyalog açısından da bir çare yoludur, ‘başkası’ hiç yokmuş gibi yapan bir siyasal güç, başkasını hep haksız sayan bir siyasal güç, çatışmadan başka bir davetiye yollayamaz topluma.
31 Mayıs, bu davete icabetti, öncelikle.
(4 Haziran 2013, Radikal)
Yorumlar
Yorum Gönder