Tezkerenin götürdüğü yere git!
AK Parti ‘çıraklık’ dönemindeyken savaş
tezkeresini geçirememişti, demokrasi
bir imkân olarak işlemişti o zaman.
Şimdi işlemedi, akşam top düştü,
sabah tezkere çıktı. Ustalık dönemi
denilen şey, savaşa girme
kararını imparatorluklardan bile
hızlı alabilmek demekmiş, öğrendik.
ALİ TOPUZ
Bazı Osmanlı tarihçilerine göre, 2. Mehmet, İstanbul’u kuşatmadan önce İmparator’a mektup yollar: “İstanbul bize lazım oldu boşalt ver!”
Tarih kitapları, özellikle ders kitabı tonundakiler her şeyi sultanlar üstünden kişiselleştirerek anlatır. Oysa Osmanlı savaş ve barış gibi önemli kararları uzun, karışık ve gerilimli süreçlerle alırdı. Bugünkü anlamda demokrasiyle ilgisi yoktu elbette ama yine de zor kararlar öyle kolayından tek kişinin iki dudağı arasından çıkmazdı. Çok az hünkâr bu türden bir güce sahip olabilmiş, bu tartışma alanını atlayıp dediğim dedik davranabilmiştir. Öyle davranmaya yönelenlerin kuşkulu ölümleri, arka planda farklı fikirlerde olan güçlü odakların varlığıyla anlaşılır hale gelebilir ancak.
Bugün, savaş ve barış gibi en önemlileri dahil devlet kararları güçler ayrılığı prensibi çerçevesindeki protokollere bağlıdır, teoride; ya da kimilerinin demek isteyeceği gibi, lafta. Türkiye son 10 yıl içinde (PKK varlığını hedef alanları istisna tutarsak) iki önemli tezkere gördü.
DEMOKRASİ ACEMİLİĞİMİZE GELDİ
İlki, 1 Mart tezkeresi. O, 2003’te demokratik bir toplumda olan şeylere benzer bir şekilde, yazıldı, çizildi, tartışıldı, toplumun değişik kesimleri görüşlerini sözlü, yazılı ve eylemsel olarak dile getirdi. En nihayet TBMM karar için toplandığında Ankara’da binlerce kişi “Savaşa hayır” sloganları eşliğinde yürüyüşteydi. AK Parti yine çoğunluktu Meclis’te ancak fire verdi ve sürpriz: Tezkere geçmedi. Türkiye Cumhuriyeti devletinin silahlı güçleri ve ona siyaseten hâkim olanlar, Irak’taki savaş suçlarına ortak olmaktan kurtuldu. “Demokratik” bir andı bu.
AK Parti lideri o deneyimin yaşandığı günleri, yılları (Ki Meclis dışındaydı o zaman Erdoğan, Başbakanlık Gül’deydi) “çıraklık” dönemi olarak tanımladı. Yöneticilerin önemli bir kısmı da çok üzülmüştü bu işe. ABD’yle aralar bozuldu, PKK güçlerini yok etme fırsatı kaçtı filan diye ağlanıp duruldu yıllar boyu.
BU USTALIKLA TARTIŞILMAZ
Şimdi ustalık dönemindeyiz. Tezkere bir gecede hazırlandı, erte sabah toplanıldı, konuşuldu ve sürpriz yok: Hükümet, isterse Avustralya’ya, İsterse Arjantin’e, isterse de Suriye’ye asker yollayabilir. İktidar yetkilileri, “Bu savaş tezkeresi değil” diyor. Öyle olsun. Tartışmak yararsız bu ustalıkla.
Ben başka bir şeyi tartışacağım, iki tezkere arasındaki farkın gittiği yeri:
Başbakan Erdoğan, ünlü 30 Eylül konuşmasında bol bol tarihsel referanslar kullanırken, Endülüs’ü ihmal etmedi. Buna göre Endülüs, “Dünyayı titreten” bir güçtü. Endülüs’ün Müslüman güçlere açılmasını sağlayan Tarık Bin Ziyad’ı bizim şark aleminin askeri tarihleri bol bol yazar. Garp alemiyse mevzubahis “titreme” olunca, o Endülüs’ü yıkan kendi iadeyi fetihlerini, yani reconquista’ları yazar.
TİTRERİM MÜCRİM GİBİ BAKTIKÇA ENDÜLÜS’E
Fakat Endülüs’ün şöhreti “dünyayı titreten” kılıçların sahibi oluşundan gelmez; bugüne kalan izleriyle felsefede, matematikte, astronomide, mimaride, edebiyatta ve müzikte yaptıklarından gelir. Oraya bakarken kılıçları görenle kültürel örgüyü görenler iki ayrı kişidir bugün. İlkini söyleyelim: “Medeniyetler çatışması” tezini yazan ve inanan, hani şu Sovyet sonrası dünyada ateş ve barutla yeni nizam tesis etmek isteyen emperyal kudretlerin, adlı adınca Washington-perest akıl ve ruhların inandıklarına inanan kişi.
“Medeniyetler barışı” yada “ittifakı”ndan söz etmeyeceğim elbette, çünkü o “savaş” tezinin sözde karşı kutbu olarak kurgulansa da, aslında o tezi koruma ve kollama tasarısıdır, başka değil. Erdoğan’ın Endülüs’e ilişkin “titreme”li vurgusu, Irak fatihi Bush’un sefere çıkmadan önceki “haçlı seferi” vurgusuyla akraba. İkisinde de, 2. Mehmet’in ya da Tarık bin Ziyad’ın ya da reconquista’ların doğrudanlığı yok: Bu sözler, kafalarındaki dünya tasarımına ilişkin operasyonlara girişmeden önce, bu operasyonları haklılaştıracak söylemsel zemini oluşturmak için sarf ediliyor. 2003’ün İslami siyasetinin çırak hükümeti, neocon aşının iyice tutmasını, yani uluslararası saldırganlığın ideolojisini iç ve dış politikada rövanşizmle birleştirip her şeyi ele geçirme makinasına dönüşmesini ustalık olarak tanımlıyor. Gözbağcı bir ustalık bu: Dili “barış” derken Endülüs’te dünyayı güzelleştiren hiçbir şeyi görmeyip, dünyayı titreten kılıçları asıyor barış vitrinine dışarda, örneğin; içerde toplumsal uyum imkânlarını çöpe atıp, statükonun yıkımcıl dışlayıcı pratiklerini “milli birlik ve beraberlik” diye telaffuz ediyor.
Radikal İnternet, 5 Ekim 2012
Yorumlar
Yorum Gönder