Toledo cinayetleri: Hacı Lokman Birlik ve Tahir Elçi
Şimdinin muhalefet liderlerinden Ahmet Davutoğlu başbakandı o zamanlar. Sur’un yıkıldığı, bodrumlarda insanların yakıldığı zamanlar. O yıkım günlerinde çok can gitti ve öldürülenlerin hiçbiri için ceza çıkan bir yargılama olmadı. Hepsinin ruhu şad olsun, ancak bu yazıda iki isim üzerinde duracağım. Öldürülüp zırhlı araçla sürüklenirken fotoğrafları çekilip yayılan Hacı Lokman Birlik ve Dört Ayaklı Minare’nin altında katledilen Tahir Elçi.
Hacı Lokman Birlik, devletin ve devletine bağlı sivil toplumun medyalarında "terörist" olarak anılıyor; Tahir Elçi ise devletin ve devletine bağlı sivil toplumun medyasının "Terörist diyeceksin" emrine uymadığı için hedefe konuldu, sonra da katledildi. Hacı Lokman Birlik devletin genel Kürt meselesinde hiç vazgeçmediği “güvenlik” politikasının, Tahir Elçi ise o politikalara itirazın cinayetleri. Öldürenlerin bırakın cezalandırılmasını, tespit edilmesinin bile istenmemesi güvenlikçi politikalara eşlik etmek zorunda olan cezasızlığın bir ürünü. Cezasızlık, karmaşık bir hukuki terim fakat bunu “hukuk dışı” bir dile çevirebiliriz: Bunun anlaşılır adı, öldürme hakkı. Öldürmeyi hak gören bir failin hukuku. Nasıl bir fail bu? İki cinayette bütün hususiyetleri ortaya çıkan bir fail.
Sur yıkılıp ne olacaktı? Başbakan cevabını vermişti, Toledo olacak. Yani? Kürtlere özgü olmaktan çıkacak, başka bir şeye benzetilecek, aklına Toledo gelmişti ama Floransa olur, Venedik olur, yeter ki Sur olarak kalmasın. Failin birinci özelliğini buradan çıkarabiliriz: Kürtleri Kürt olmaktan çıkarma, Kürtlere has şeyleri de Kürtlere has olmaktan çıkarma kararında bir fail bu. Sur Sur olmaktan çıktı, işin sonunda.
Hacı Lokman Birlik, bütün yönleriyle bir “yargısız infaz” cinayetiydi. Merhum Tahir Elçi, suç duyurusunda bulunmuştu. Çok geçmeden kendisinin de kurşunlara hedef olacağını nereden bilecekti?
SORUN FOTOĞRAF ÇEKMEK Mİ?
O günlere dönelim, Başbakan Davutoğlu Hacı Lokman Birlik fotoğrafı hakkında konuşuyor:
"O gün iki fotoğrafı görünce gerekli talimatı verdim. Sorumlusu kimse gereken işlem yapılacak dedim. Tahkikat sonuçlandı bugün de iki görevli bu videoyu çektiği için (…) yürüttüğümüz terör operasyonlarının meşruiyetine zarar verdikleri için görevinden alındı."
Başbakan ne diyordu? "İki görevli bu videoyu çektiği için" görevinden alınmıştı. Öldürdükleri için değil. Ölü bedeni sürükledikleri için değil. Ölü bedenin başında toplaşıp büyük zaferler kazanmış gibi fotoğraflar çektirdikleri için değil. Zaten suçları, "terör operasyonlarının meşruiyetine zarar" vermekten öte değildi aynı Başbakan'a göre. Aynı konuşmada, “kırsal alandaki operasyonlar sırasında öldürülmüş” cenazelerin ailelerine teslim edilmesinden bahsediyordu, “Bunu niye görmüyorsunuz” gibilerinden sinirli sinirli laflar ediyordu. Halbuki Hacı Lokman Birlik, "kırsal alandaki operasyonlar sırasında" öldürülmemişti. Şehrin içinde vurulmuştu. Görgü tanıkları vardı, diyorlardı ki, “Yaralıydı, alıp götürdüler.” Adli Tıp raporu vardı, diyordu ki: "28 kurşun isabet etmiş. 26'sı yakın mesafeden atılmış."
HER ŞEYİ BİLEN MEDYA!
Dönemin Hürriyet gazetesi (Ki her dönem Sur’un Toledo olmasını, Kürt’ün de Kürt’ten başka bir şey olmasını ister), "Terörist cenazesinin sürüklenmesinde iki personele görevden uzaklaştırma" haberiyle başbakanı doğruluyordu. Terörist cenazesi? Nereden bildin? Başbakandan ve çekilen fotoğraftan. Başbakan nereden bildi, Anadolu Ajansı’nın geçtiği haberden. O nereden bildi? Fotoğrafı çekenlerden ve kurşunu sıkanlardan. Hepsi aynı kişi. Hepsi aynı “öldürme hakkı” etrafında kümelenmiş bir failin organları. Anadolu Ajansı, Hürriyet Gazetesi ve Başbakan, “terör” topunu çeviriyordu durmadan: Zaten, (HDP milletvekili) Leyla Birlik’in akrabasıydı. Zaten “roketatar atarken etkisiz hale getirilmiş”ti. Zaten aslında üstünde “bubi tuzağı” var mı diye sürüklenmişti, yoksa öyle kötü şeyler yapar mı hiç güvenlik görevlileri?
HER HUKUKSUZLUĞA KARŞI TAHİR ELÇİ
Tarih 5 Ekim 2015, haber şu:
"(Diyarbakır) Baro Başkanı Tahir Elçi, PKK törör (bu imla hatası, bu yazının yazıldığı Temmuz 2021’de sitede duruyordu gazetenin internet sitesinde) örgütü mensubu olduğu öne sürülen Hacı Lokman Birlik'in cesedinin zırhlı araca bağlanarak sürüklenmesi olayı ile ilgili... suç duyurusunda bulundu."
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/30239225.asp
Hiç şaşırtıcı değildi elbette, elbette Kürdistan’da nerede bir hukuksuzluk baş gösterse ilk koşanlardan biriydi Tahir Elçi. Sadece devletin herkese terörist demesini kabul etmediği için hedef gösterilmemişti, aynı zamanda her yargısız infaza, her gözaltında kaybetmeye, her katliama karşı hukuk mücadelesi yürütenlerden olduğu için de hedef gösterilmişti.
İşte, öldür-sürükle-görüntüle kötülüğüne karşı hukuki mücadeleyi başlatan Tahir Elçi, başvurusunu takip imkanı bulamadan, 28 Kasım 2015’te Dört Ayaklı Minare’nin önünde katledildi. Tam da, “Bu kadim mekanda silah, çatışma, operasyon istemiyoruz” derken.
Tahir Elçi’nin katledildiği haberi duyulunca Başbakan gene konuştu; “çatışma” vardı orada, polisler şehit olmuştu, Tahir Elçi ise elbette “şehit” olmamış, basitçe ölmüştü. Dört Ayaklı Minare için, Sur için, kadim mekanlar için çırpınan, hukuk için mücadele eden bir yurttaş niye şehit olsun ki? Hele de Kürt ise? Şehitlik, sadece öldürme yetkisi yani öldürme hakkı olanlar için bir mertebe. Toledo ülküsü için her şey mübah değil mi?
Bir şey daha söyledi o gün: “Tahir Elçi çatışma arasında kalmış olabilir.” Yani? Katleden kurşun “polis kurşunu” çıkarsa, şaşırmayın diyor, erkenden tedbir alıyordu. Bir şeyler biliyordu. Tahir Elçi cinayetinin de “cezasızlık” kapsamında kalmasını gerektiren şeyleri biliyordu başbakan, davada her şey o bilgiye göre yürütüldü zaten.
ÇIPLAK BEDEN, ÇIPLAK HAYAT, ÇIPLAK GÜÇ
Aynı dönemde ve yine Sur'da soyulup duvar dibine dizilmiş Kürtlerin fotoğraflarını yaymıştı medya. "Üstlerinde silah olmadığını göstermek/görmek için." Fotoğraflar "iktidar"ı yine rahatsız etmişti, tahmin edileceği gibi soyma fiilindeki hukuksuzluk nedeniyle değil, fotoğrafların servis edilmesine kızmıştı iktidar. Yurttaşların çıplak bedenleriyle teşhir edilmesine değil.
Coğrafi, fiziki olarak Sur’dayız, Diyarbakır’dayız, Şırnak’tayız da hukuki olarak nerdeyiz? Hukuk dışında olduğumuz kesin ama nasıl bir dışarısı burası? Basit bir ihlal değil, sistematik bir dışlama-dışarı atma bölgesindeyiz.
Çıplak gücün çıplak yaşamla, çıplak bedenle karşı karşıya olduğu yerde. Tıpkı Avrupalı fatihlerin Amerika'yı keşiften sonra yaptıkları gibi. Tıpkı Moğol savaşçıların ulaştıkları şehirlerde yaptıkları gibi: Kendi organizasyonlarını sağlayan hukukları, ulaştıkları yerlerde karşılaştıkları insanlarla ilgisizdir bu yırtıcıların. Kendilerini büyük yırtıcılarla bir tutarlar, aslan, kaplan, kartal. Kaplanın yasası: Öldür, parça, soy, dağıt, yık, yak. Orası artık senin. Eski zaman fetihlerinin eski dünyadaki (savaş) hukuku çerçevesinde, fetihten sonraki süreli (genellikle üç günlük) yağma hali, hukuk öncesine açılan bir kara delikti aslında. Sonrası, "yerli"nin fatihlerin hukukuna tabi olmasıyla süre gider. Hukuk dışı, örneğin istisna hukuku biçiminde hukukun askıya alındığı bir hal olmakla, (Carl Schmitt'in diyeceği gibi "askı" da bir hukuki işlem olarak kabul edilebileceği kadar) hukuka dahil kabul edilebilir. Hukuk öncesi ise ne yeni bir hukuk tesisini ne de eski hukuktan bir istisnayı öngörür; hukuk öncesi, fatihlerin ya da yağmacıların kendi hukuklarının istisnasının da aşıldığı, çıplak gücün olası tüm eylemlerinin tezahür edebileceği bir zaman dışılık demektir. Vay orada kalanın haline.
SUÇ AKLAMA KODU: GÜVENLİK
Dönemin yetkilisi Hacı Lokman Birlik için, "Üstünde bomba olup olmadığını anlamak için sürüklediler" demişlerdi bilgiç bilgiç ilk önce. Güvenlik önlemi yani. "Güvenlik" deyince akan sular durur tabi, "güvenlik önlemi" denilince o sular taş olur kalır. Sorun çözülmüştür, çünkü güvenlik, "suç işleme"nin ve o suçu aklamanın kod adı. "Cezasızlık" da denilen şey. Ya da kaplan yasası. Başka bir deyişle, yırtıcıların öldürme hakkı.
Sonra görüntüler çıktı ortaya, "güvenlik" dedikleri şey, doğrudan doğruya vahşi duyguların tatmininden ibaretti. Şiddetin bir ayin halini alması yine olağanüstü hal hukukunu aşan bir şeyler olduğıunu gösterir, hukuk öncesinin kıyıcı şehveti ya da neşesidir bu.
ESKİ BİR AÇILIM HATIRASI
Türkiye’de, Tahil Elçi’nin de katledildiği çatışmalarla biten “açılım“dan önce de bir açılım vardı. O açılımda da, "KCK soruşturmaları" denilen dalga başlatılmış çok sayıda Kürt politikacı yakalanmış, elleri kelepçelenmiş, tek sıraya dizilmiş, fotoğraflanmış ve fotoğraflar kamuya sunulmuştu. 25 Aralık 2009'da. Görüntü iç burkucuydu. Yine bir "açılım" böylelikle biçmiş oluyordu ilanen. KCK soruşturmalarının "hukuksuzluğu"nu iktidar sonradan kabul edecekti, o görüntülerden rahatsızlığını da, elbette "paralel yapı"ya yıkacaktı işi, can ciğer kuzu sarması olduğu ama sonradan "hain"likle suçladığı Gülen cemaatine.
O fotoğrafta hem bir hukuksuzluk, müesseseleşmiş bir olağanüstü hal hukuku görünüyordu, hem de müesseseleşmiş hukuksuzluğun kime dair olduğu: Kürt legal siyasetinin figürleri derdest edilmişti. Devlet gücünü, hukuk dışına çıkarak gösteriyordu; "Kürt meselesi" diyordu, "başından itibaren benim için bir olağanüstü hal meselesidir. 'Türk'e başka hukuk, 'Kürt'e başka hukuk, varlığımın yegane temelidir." Fakat o günler, güzel günlermiş, beterin beteri varmış. Pir Sultan haklıymış: "Gör ki neler gelir sağ olan başa." Gördük, görüyoruz. Gözümüze sokuluyor, kör edercesine.
HUKUK DIŞI VE HUKUK ÖNCESİ
Hacı Lokman Birlik’in sürüklenme fotoğrafları ile Sur'da soyulanların fotoğrafı, 25 Aralık 2009'daki (KCK tutuklamalarına ilişkin) fotoğraf üst üste konulduğunda şöyle bir fazlalık çıkıyor: Eskisi bir 'olağanüstü hal hukuku'nun fotoğrafıydı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin biri yazılı biri yazısız iki meri hukukundan yazısızın fotoğrafı. Siyasi arenada dile getirilen hakların hukuk eliyle imkansız hale getirilmesi arzusu, siyasetin yargısallaştarılması işleminin fotoğrafı. Devlet güç gösteriyordu, olağanüstü hal hukukundan kaynaklanan gücünü.
Birlik ve Sur fotoğrafları ise hukuk öncesinin fotoğraflarıdır: Artık olağanüstü hal hukuku da yürürlükte değildir, yürürlükte olan çıplak gücün çıplak bedene karşı yapabilecekleridir, yani hukuk öncesidir. Kaplan kazanmış, ceylan kaybetmiştir. Kaplan güçlü, ceylan güçsüzdür. Kaplanın dişleri, kancaya benzeyen ve avını sürükleyebilecek kudreti içeren dişleri iş başındadır. Tahir Elçi’nin Dört Ayaklı Minare’nin altındaki fotoğrafı ise bu eski hukuksuzluk ile yeni hukuksuzluğun kesiştiği yerin ve zamanın fotoğrafıdır; bu yeni yerde artık Tahir Elçi’de temsil olunan hukuki mücadelenin bir hükmü yoktur.
AGAMBEN’İN KORKUSU, KÜRTLERİN BİLGİSİ
İtalyan düşünür Giorggio Agamben olağanüstü hali incelerken, Avrupa geleneğini takiben iç savaş, ayaklanma ve direniş arasındaki bağa dikkat kesilir; onun derdi, olağanüstü hal'in, hukukun askıya alınma alınma halinin nasıl olup da meşru görülebildiği, bu "hukuksuzluğun" nasıl olup da bir hukuka dönüşebildiğidir. Bir de olağanüstü halin artık olağan yönetim tekniğine dönüşme eğiliminde olduğu gözlemini yapar; Agamben’in Covid19 nedeniyle alınan tedbirlere çok erkenden itiraz etmesi, bu kaygısının doğal bir sonucuydu. Hukuk dışının hukukmuş gibi olağanlaşması bildiğimiz kötü dünyayı daha da kötüleştirmekten başka bir işe yaramaz çünkü. Çok tepki aldı ama sürekli olağanüstü hal koşullarında yaşayan Kürtlerin de iyi bildiği gibi haklıydı, çünkü bu bilginin içinde olağanüstü halden ötede bir de “hukuk öncesi“ halin olduğu kayıtlıdır.
Fetih ve işgal, Agamben’in araştırma alanında değildir; o nedenle fetih ya da işgal hallerindeki "hukuki durum" onun istisna halini açıklama çabasının dışında kalır, sonradan bir "hukuk" oluşturma anlamında fetih ve işgalin de bir tür "kurucu işlem" olmasına rağmen ve tam da filozofun teşhis ettiği “homo sacer”in fethedilen nüfusun tamamında belirmesine rağmen. Bu iki hukuki "sınır durumu"nun eşit olmadığını peşin söylemek gerekir: İstisna hali, hukuku askıya almakla hukuku sınıra konumlandırılırken "hukuk"tan, hukuk dışına doğru bir hareketi tanımlar; işgal ve fetih ise gücün nesnesiyle yalın karşılaşma hali olarak hukuk öncesini getirir, devamında (işgalci-fatih gücün derhal çekip gitmemesi durumunda) bir hukuka geçilse bile.
İstisna hali, siyasal hasımlar dışında sistemle bütünleştirilmesi istenmeyen ya da mümkün olmayan yurttaşların yok edilmesi sürecine yol açsa bile, o "yurttaş"ların durumu fetih veya işgal hallerinde karşılaşılan "yerli"lere göre bir fark taşır: Yerlilerle fatihler arasında hiçbir hukuk kurulu değildir. Fatihler bir hukuk kuracaklar ve fakat bu kurdukları hukukta yerliler, hak sahibi fail olmaktan çok fatihlerin kullanımına adanmış nesne haline geleceklerdir; o bir hukuk değil, bir kullanım kılavuzudur. Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde cezasızlık, “Kürt kullanım kılavuzu”ndan ibarettir; önce olağanüstü hal hukukuna açılır, oradan hukuk öncesine geçilir. Pogrom, katliam, soykırım bu güzergahın olağan işleridir ne yazık ki.
Yorumlar
Yorum Gönder