2 Temmuz: Anayasa Mahkemesi sen merak etme, yedi yıl daha bekleriz
Anayasa Mahkemesi üç gün önce, 29 Haziran 2021’de Sivas-Madımak katliamına ilişkin başvuruyu değerlendirecekti. Değerlendirdi tabii, başka zaman değerlendirmek üzere erteledi. 'Bekleyin' dedi yani. Öyle ya ne acelesi var? Alt tarafı 33 kişi katledilmiş, Kızılbaş, Kürt, solcu filan, “aydın taifesi.”
Madımak Katliamı'nı değerlendirirken yargının hiçbir kademesinin hiçbir acelesi olmadı. Anayasa Mahkemesi mesela üç gün önce ertelediği dosyayı tam yedi yıldır değerlendiriyor.
Kasten, kameraların önünde 33 kişinin yakılarak, dumanda boğularak öldürülmesine ilişkin başvuru 2014’te yapıldı. Başvurunun sebebi zaten “etkili yargılama yapılmaması” ve “yaşam hakkı ihlali” idi, 2014’te bazı firari sanıkların yargılandığı dosya “zamanaşımı” ile kapatılınca yapılmıştı başvuru. “Zaman en iyi ilaçtır” demişti o zaman yargı, bekleyin unutursunuz. Şimdi de Anayasa Mahkemesi hak arayanlara aynı teskin edici ilacı içirmek istiyor olacak ki hiçbir şey de demeden erteliyor. Yok diyor aslında, “değerlendirdim, değeri bu kadar” diyor. Mahkemelerin “zamanaşımı” kararı verirken yaptığı da kabaca buydu, “insanlığa karşı suç” olarak görseler, kanun gereği zamanaşımı işlemeyecek, saldırganlar ve onları saldırıdan sonra koruyanlar her zaman yargılanma tehdidi altında kalacaklardı, mahkemeler onun yerine neredeyse “sıradan vaka” muamelesi yapmaya yönelince mağdurlar son hukuki çare olarak Anayasa Mahkemesi’ne gitti. Sonuç? Bekliyoruz.
Zamanaşımı? Zamanın neyi “aşması” isteniyor bu kaplumbağa hızındaki yargı davranışıyla? Zamanaşımı, cezalandırma yetkisi sahibi devletin “Ben o işi unuttum artık” demesidir özetle, tabii kendi kendine söylemez bunu topluma söyler, “Ben unuttum, sen de unut.”
Neyi unutacağız peki? Madımak saldırısı, nasıl olmuşsa bir kere olmuş bir kaza, devlet yetkililerinin tuhaf deyimiyle “münferit vaka” değil, bir dizi saldırının en kanlı örneklerinden biridir. Unutturulmak istenen, yargılaması derinleştirilmek istenmeyen, anlaşılması istenmeyen, kurcalanması istenmeyen kanlı bir seri. Kızılbaşların tanınma ve toplumsal-siyasal hayata bütün hak ve sorumlulukları ile katılma mücadelesine saldırının serisi.
ALEVİLERİN İLK TANINMA GİRİŞİMLERİ
Kızılbaşlar, 1960’lardan başlayarak varlıklarını ortaya koyma ve tanınma mücadelesine giriştiler; bir yandan şehirlere göç başlıyor bir yandan da nispeten yaygınlaşan eğitimden yararlanmış gençler üniversitelerde o dönem esmeye başlayan özgürlük rüzgarının etkisiyle toplumlarının varlığının tanınması için harekete geçiyordu. Mustafa Timisi ve Seyfi Oktay gibi sonraki dönemde siyasetçi olarak da öne çıkacak isimlerin de bulunduğu “Alevi öğrenciler”, 1963’te bir bildiri yayınladı. Yoğun tartışmalar çıktı. (Diyanet o günlerde, “Alevilik ölmüştür” diyordu, tespit değil de duaydı bu aslında, Alevilik ölmese bile Alevilerin çok öleceği günler uzakta değildi.)
Dönemin ve Alevilerin kendilerini ortaya koyma ve tanınma mücadelesinin önemli isimlerinden Doğan Kılıç, 1966’da Ehlibeyt Yolu dergisini çıkardı. Devlet bu girişimlere “olumlu adım” sayılacak cevaplar vermeye de yöneldi, Hacı Bektaş 1964’te müze olarak açıldı. 11 Ekim 1966’da “250 bin Alevi adına” başbakan Süleyman Demirel’e bir mektup yollandı.
BAŞLANGIÇ: ORTACA VE ELBİSTAN
Bu gelişmeler sürerken, 5 Haziran 1966’da Muğla’nın Ortaca kasabasında dönemin basınını bir ölçüde meşgul eden bir saldırı yaşandı. Gazetelere göre Ortaca’da yaşayan Kızılbaş gruplardan Tahtacılar (ve Abdallar) ile civardaki “Sünni köyler” arasında “çatışma” meydana gelmişti. Bugünün medyasından da iyi bildiğimiz “gerginlik” ve “çatışma” diye tanımlanan hadiseler çoğu zaman birer saldırıdır; zaten dönemin gazetelerine ve siyasetçilerin açıklamalarına bakınca durum iyi anlaşılıyor: Milletvekili Hüseyin Baran’ın 16 Haziran 1966 tarihli gensorusundan: “(Alevi köyüne yürüyen) 1000 kişi nereden silah bulmuştur? (Bu 1000 kişi) Kızılyurt ile Ortaca arasındaki 10 kilometrelik yolu giderken hiçbir askeri güvenlik kuvveti tarafından nasıl durdurulmamışlardır?” Dönemin Başbakanı hep başbakan Süleyman Demirel, “münferit vaka” diyecekti ki suç örtbas etme ve fail korumaya dönük cezasızlık kültürünün bu kritik lafı belki de ilk defa telaffuz ediliyordu. Tabii ki bir “Alevi-Sünni” sorunu yoktu, nasıl olsun, laiklik bile varken?
Tanınma girişimleri, sadece öğrencilerle sınırlı değildi elbette, şehirlere göçün yol açtığı bir gelişme de Kızılbaş ozanların “Alevi” olarak plaklar çıkarması, konserler vermesiydi. Bunlardan biri de büyük saz şairi Mahzuni Şerif’ti. Elbistan’da bir konser veriyordu, birden ortalık karıştı. “Elbistan” olayları denilen 11-13 Haziran 1967 arasındaki saldırılar, 1970’lerin kanlı saldırılarına göre “hafif”ti, o nedenle pek sözü edilmedi ama Madımak ve Gazi Mahallesi saldırılarına kadar devam eden bir dizi karanlık saldırının “öncü”lerinden biriydi, Ortaca ile beraber. Saldırının mağdurlarından Mehmet Külekçi, saldırganları durdurmaya çalışan bir yetkilinin “Kahramanlarım yeter” diye bağırdığını anlatıyor; ki Sivas-Madımak saldırısı sırasında saldırganları “överek durdurmaya çalışan” kişilerin varlığı sır değil. Elbistan saldırısının bir özelliği de sonradan Madımak’ta merhum Aziz Nesin’e atfen kullanılan “tahrik” aldatmacasının ilk defa dile getirilmiş olmasıdır. Tahrikçi kim? Tabii ki saldırıya hedef olan kimse o, Aşık Mahzuni Şerif mesela.
DEVAM: ALEVİLER VE KOMÜNİSTLER
15 Aralık 1968’de bu sefer Malatya Hekimhan’da “sol görüşlü öğretmenler”e bir saldırı oldu, saldırganlar için “Alevi” ve “sol”un çok açık biçimde eşit görüldüğü ilk saldırıdır.
Hatay Kırıkhan’da 1 Mart 1971'de önce Hamidiye Camisi’ne ses bombası atıldı, ardından “Aleviler ve Komünistler Kırıkhan’da camileri bombalıyor, namaz kılan Müslümanlara saldırıyorlar” söylentisi yayıldı. 5 Mart’a karar süren saldırılarda 2 kişi öldü, 17 kişi yaralandı; onlarca ev ve iş yeri yıkılıp, yağmalandı. (Aynı ilçede 3 Aralık 1979’da Kürt Kızılbaş bir ailenin gecekondusu kundaklandı, altısı çocuk sekiz kişi yanarak can verdi. İşe ateşin ilk karışmasıdır bu da.)
MALATYA: İLK KİTLESEL GÖÇ
Malatya’da Belediye Başkanı Hamit Fendoğlu’nun 17 Nisan 1978’de eve yollanan bir bombalı paketin patlaması sonucunda gelini ve iki torunuyla beraber öldürülmesi fitili ateşledi. İş Alevi mahallelerine saldırılara dönüştü, 20 Nisan akşamı “ortalık sakinler”ken sekiz kişi ölmüş, 20'si ağır 100 kişi yaralanmış, yüzlerce işyeri ve konut tahrip edilmişti. Saldırının kitlesel göçe yol açtığını kaydediyor dönemin kaynakları. Bu göç meselesi kritik önemde.
Sivas’ta, Ali Baba mahallesinde 3 Eylül 1978 sabahı “iki çocuğun kavgası” ile başlayan saldırılarda iki Kızılbaş kadın kurşunlanarak öldürüldü, ardından saldırgan bir grup “Kanımız aksa da zafer İslam’ın” sloganları eşliğinde “Alevi mahallesi”ne yöneldi, resmi rakamlara göre 11 kişi öldü. Göç davulları yine vuruyordu.
MARAŞ VE ÇORUM: KATLİAM BAŞLARKEN 'DEVLET' YOK OLUR
Kötülükte kıyas olmaz ama saldırıların en vahimi 19 Aralık 1978’de bir sinemanın bombalanmasının ardından Maraş’ta başladı; “Alevi Komünistler sinemayı bombaladı” propagandaları yürütüldü, kısa sürede saldırganlar ortaya çıktı, önce iki (sosyalist) öğretmen katledildi, 26 Aralık’a kadar süren saldırılarda resmi rakamlara göre 105 kişi öldürüldü. O zamana kadarki saldırılarda görülen her şey burada vardı: Provokatif bir “bomba”lama, yani “tahrik”, ardından hemen ortaya çıkan ve nasıl silahlandığı belli olmayan kitleler, Alevilerin katlinin helal olduğunu belirten İslamcı sloganlar, ne iş yaptığı belli olmayan sözde “güvenlik” güçleri. Maraş’ın bir özelliği de “karanlık güçler”e en vurgulu atfın yapıldığı yer olmasıydı; “biz” hem devlet hem toplum olarak böyle kötü şeyler yapamayacağımıza göre, dışarıdan kötüler işi yapmış olmalıydı. Komşunun komşuyu boğazlamasını dert edecek değiliz ya, dış kökenli kötü karanlık güçler varken?
12 Eylül öncesinin senaryoları hep birbirine benzeyen (Ortaca’dan itibaren günden güne vahimleşen) saldırıların sonuncusu Mayıs-Temmuz 1980 arasına yayılan Çorum katliamıydı. Maraş’ta olduğu gibi burada da “ülkücüler” ve “Alevi kanı helal” fetvacıları sahnenin önündeydi. Çoğu Kızılbaş ya da sosyalist olmak üzere 57 kişi öldürüldü.
MADIMAK: TÜM SALDIRILARIN SENTEZİ
Madımak, bu kanlı serinin yaklaşık 10-12 yıllık durgunluk döneminden sonra 1990’ların başında patlak veren “zirve”sidir ve önceki saldırılarda yer alan bütün motifleri içinde taşır. Fakat saldırılardaki motiflerin ortaklığından daha da önemlisi, 1960’ların ortasına doğru başlayan Kızılbaş toplulukların kendilerini ortaya koyma ve tanınma girişimlerinin, 1980 sonrası yeni bir nitelik kazanmasıdır. Şehirlere göç 80’lerin ortasına kadar ivmelenerek sürdü. Büyükşehirlere yerleşen Kızılbaş topluluklar bir yandan kentin güncel hayatı içinde tutunma mücadelesi veriyor bir yandan aynı sürecin parçası olarak eğitim imkanlarından yararlanıyordu. Bunun neticesinde 80’lerin ortasından itibaren “ikinci tanınma mücadelesi dönemi” başlıyordu; bu sefer sadece “üniversite öğrencileri” ve toplumun ileri gelen azınlığı içinden birileri değil, toplumun çoğunluğu kendisini ortaya koyuyordu. Komşularına, iş ve okul arkadaşlarına Alevi olduklarını söylüyor, dostluklar, karma aileler kuruluyor, üzerlerindeki korku atmosferini dağıtıyorlardı. En özet ifadeyle artık kendilerini ortaya koyuyor, tanınma taleplerini yüksek sesle dile getiriyor, siyasetten, devletten paylarını istiyorlardı.
Ortaca ve Elbistan nasıl ki birinci tanınma mücadelesine verilen karanlık cevap ise Madımak da bu ikinci tanınma dönemine cevaptır bir yanıyla. “Karanlık güçlerin işi” tezi yine iş başındadır. Saldırganlar organize olup yürüyüş düzeniyle katliama yönelirken devlet “küçülmüş” adeta yok olmuştur. “Tahrik” tezi iş tabii ki göreve davet edilir; mağdurlar “solcu”, “aydın” ve “Alevi” ve “Kürt Alevi” olarak bizzat “tahrik”çidir! Şükür, saldırganların “hiçbiri zarar görmemiştir”, (ki bu lafı söyleyen Tansu Çiller yanılıyordu, iki saldırgan da ölmüştü, o yüzden “35 kişi öldürüldü” denir birçok kaynakta.) Memlekette Alevi-Sünni arasında bir sorun yoktur, Alevilerin varlığı sorun sayılmazsa.
Önceki saldırılar, Kızılbaşların hem nüfus olarak yoğun olduğu hem de ekonomik olarak güçlenmeye yöneldiği Malatya, Maraş, Sivas ve Çorum gibi yerlerden kentlere göçü “hızlandırmak”la karanlık hedeflerinden bazılarına ulaşmıştı; Madımak, göçülen kentlerden geri dönüşe de bir saldırıydı. Hemen ardından, daha iki yıl tamam olmadan yapılan Gazi Mahallesi saldırısının, “şehirlerde de o kadar rahat olmayın” mektubu olması gibi.
Sadece Madımak’ta değil, bu kanlı serinin hiçbirinde adaletin tecellisi için gerekli etkili soruşturma ve kovuşturma olmadı. Sadece Madımak’ın değil, bu kanlı serinin hepsi unutturulmak isteniyor, örneğin Maraş her yıl anmalara kapatılıyor. Şehre gidenler içeri alınmıyor, kimi zaman daha yollarda durduruluyor, çoğu zaman “kötü niyetli, ideolojik tahrikçiler” olarak hedef gösteriliyor. İşte Anayasa Mahkemesi bu son erteleme kararı ile bütün bu serideki yargısal (ve idari) tutuma uygun bir pozisyon belirlemiş oldu: Bu iş “ideolojik” hem sanıklar da çok mağdur oldu, insan 28 yıl yargılanır mı hiç?
NOTLAR
1- DAVALARA DAİR
Tabii, Madımak katliamından sonra bir dava değil birçok dava görüldü, halen süren bir “firari”ler davası da var. Tek bir yargılama 28 yıl sürdü ve Anayasa Mahkemesi’ne geldi gibi anlaşılmasın. Gökçer Tahincioğlu geçen yıl katliamın ve özellikle yargılama süreçlerinin iyi bir özetiniyazmıştı. Eline sağlık.
2- MAKSATLARA DAİR
Evet, 60’larda başlayıp 80’lerin ilk yıllarına kadar devam eden yoğun Kızılbaş göçünün arkasındaki sebeplerin sanıldığı kadar “doğal” değil hayli önemli ölçüde “yapay” yani yönlendirilmiş-mecbur bırakılmış olduğunu iddia ediyorum. Evet, Kızılbaşların önemli bir kısmı da Sünni komşuları gibi ekmek için göç etti fakat özetlemeye çalıştığım saldırı serisi, aslında göç etmeyeceklerin de göç etmesine yol açarak bir tür “nüfus planlaması”na hizmet etmiş gibi görünüyor. Saldırıların, Maraş’ta olduğu gibi “kitlesel”leşmesi, sadece milliyetçi-dinsel propaganda faaliyetinin aklı ve duyguları bozmasından değil, saldırıya uğrayanların ekonomik gücünün de hedef olarak gösterilmesindendir. Tıpkı 6-7 Eylül pogromundaki gibi.
3- ALEVİ-SOLCU MESELESİNE DAİR
Alevi nüfusunun şehirlere göç sürecinde önemli oranda “solculaşması”, inanışın kendisinde solculuğa yatkın bir şeyler olduğu fikriyle açıklanıyor çoğu zaman; o kanaatte değilim. NATO destekli anti-komünist mücadelenin işbirliğini yapan kadroların ve nüfusun devlet imkanlarıyla üretilmiş “sağcılığı” daha açıklayıcı bana göre. Söz konusu olan geleneksel mezhebi-inanışsal karşıtlığın kendiliğinden harekete geçmesi değil, “yeşil kuşak” için elverişli kadroların seçilip eğitilmesiyle oluşturulmuş “Tanrı dağı kadar Türk, Hira dağı kadar Müslüman” bir militan sağcılığın belli izinler dairesinde harekete geçmesidir. Bu aynı zamanda kıyımlara yönelen grup ya da kitlelerin neden devletin idari ve yargısal gücünden korkmadığını da açıklayabilir.
4- GAYRİNİZAMİ HARP MESELESİNE DAİR
Devlet, arzuladığı dinsel ve etnik demografik hedeflere ulaşmak için 1950 öncesi ve 1950 sonrasında birbirini takip eden, birbirine eklemlenen ama birbirinden farklı yöntemler uyguladı. Farkın birçok sebebi ve görünümü var ama en önemlilerinden biri, belki de birincisi şuradan kaynaklanıyor: Türkiye NATO’ya girdikten sonra oluşturulan gayrinizami harp oluşumları, yani ithal edilen paramiliter yöntemler, eski ve ağırlıklı olarak açıkça ve doğrudan uygulanan kaba güce dayalı yöntemleri ikame etti; 6-7 Eylül olayları mesela bunun ilk ve en tipik örneği. Mesela Dersim, eski tip bir operasyondu, devlet bir karar alıyor ve onu kendi gücüyle uyguluyordu. Maraş ve 1993 Sivas yeni tip operasyonların en kirli ve etkili olanlarıydı. “Karanlık güçler” denilen şey bu paramiliter örgütlenme ve onun iş görme yöntemleridir.
5- KIYICI SOYKÜTÜĞÜNÜN ÜÇ FİDANI
Sözünü ettiğim üretilmiş militan sağcılıkta, bu saldırıların “toplumsal” boyutuyla da bağlantılı üç damar var:
1) Sonradan en ünlülerinden birinin Fethullah Gülen olacağı doğrudan siyasal görünmeyen dinsel örgütlenmeler. 2) Bugün hükümet ortağı olan “Milli Görüş”çü hareketin baskın çıktığı ilk siyasal İslamcı örgütlenmeler ve 3) Yine bugün hükümet ortağı olan, açıktan “ülkücü” adı altında paramiliter kadrolar yetiştiren milliyetçi örgütlenmeler. “Yeşil kuşak” fikriyatının bu biri toplumsal ikisi siyasal örgütlenmeyi öne alan üç fidanı, solcu ile Kızılbaşı düşman olarak eşitleyen ideolojik çerçevenin hem üreticisi hem ürünüdürler. Bir zamanlar “aşırı akımlar” arasında sayılıyorlardı, bugün iktidarlar. Sivas-Madımak davasında bugünkü iktidar yetkililerinin ağzından çıkan her söz, bu soykütüğünü teyit eder. Genellikle Dersim’i hatırlatıp, “Aleviler niye CHP’ye oy veriyor anlamıyoruz” yollu (Bugün ayrı parti kurmuş olan Davutoğlu’ndan tutun da bir zamanlar yer aldığı CHP’nin lideri için gözyaşı dökerken şimdi AK Parti için canla başla çalışan Savcı Sayan’a kadar herkesin en az bir kere yaptığı türden) açıklamalar, her meseleyi “tek parti zihniyetinin kötülükleri”yle açıklayıp, bu aradaki tarihi görmezden gelmeyi tercih eder. Saldırıları “derin devlet”e bağlayarak, “karanlık iç-dış güçlere” bağlayarak açıklama girişimleri bu üç gelenekten gelenlerde daha yaygın bir eğilimse, bu açıklamanın aslında bir tür “karartma” olduğunu iyi bilmelerindendir. Bu açıklama çünkü hem devleti hem de saldırılarda ön saflarda görünmekten hiç çekinmeyen kitleleri aklamanın en kolay yoludur.
7- Kürt veya Türk Kızılbaş toplulukların sol-sosyalist hareketlere eğilimi veya CHP’ye (çok öfkeli oldukları zamanlarda bile) oy verme tercihi, ne inanışlarındaki yakınlıklar ne de hafızalarındaki bir sorunla ilgilidir, bugün (Ortaca günü, Elbistan günü, Çorum günü, Maraş günü, Madımak günü) gördükleri kıyıcı bir tehdide karşı mücadele imkanı aramalarıyla ilgilidir. Bu yazıdaki özetin özeti tarihçe, Kızılbaş toplulukların eşit-özgür yurttaş olarak tanınma mücadelelerinde en yararlı olacağına inandıkları fikirlere, akımlara, partilere yönelmelerini, bunu yaparken “laiklik” ve “seküler olma”yı kilit taşı niteliğinde görmelerini hiç de haksız çıkarmıyor.
Yorumlar
Yorum Gönder