Diktanın kesintisiz nutku ve ‘42 Günün Şiirleri’

 



Adam durmadan konuşuyordu. Tek kanallı, tek televizyonun açıldığı saatten kapandığı saate kadar her eve giriyordu sesi. Televizyon yayında değilken radyodan sürüyordu konuşması. Park, meydan, cadde, sokak, ev adamın sesiyle doluydu. Emrediyordu. Tehdit ediyordu. Korkutuyordu. Dikte ediyordu. Diktatör. Gülle gibi, gürz gibi, top gibi, tokmak gibiydi sözleri. Neredeyse bütün yurttaşlar her yere yılan gibi sızan o sese asılı çamaşırlara dönmüştü, tokmaklandıktan sonra. Her yerde, her fırsatta, her konuda konuşuyordu. Ne dediği önemli değildi aslında, kesintisiz konuşması önemliydi. “Modern iktidar bir kişinin kendi sesini zorla dayatma ve diğerlerini susturma becerisine dayanıyordu” diyor Franko ‘Bifo’ Berardi ve tahmin edileceği gibi sözü Hitler’le bağlıyor ‘Nefes, Kaos ve Şiir’de. (Yort Yayınları, çeviren Nalan Kurunç.)


Faşist diktatörün kesilmek bilmeyen mutlu, kibirli, kıygın sesi, “diğerleri”ni susturmaz sadece; bir emir, telkin, tembih ve tehdit aracı olarak sessizleştirdiğinin içinde işleyerek konuşma potansiyelini de ortadan kaldırmayı hedefler. Amacı dinleyenin sözünün, vicdanının ve aklının, bizzat konuşanın sözü, aklı ve vicdanı ile özdeşleşmesidir. Sadece gelen sesi yankılayan taşlara dönüşmelidir yurttaş. Elbette sadece konuşmak yetmez bunun için, başka sözü dinlemeye ve söylemeye yeltenecek, yani tek yönlü nutuk rejimine karşı iki ya da çok yönlü söyleşi rejimini harekete geçirecek olan kim varsa tutulmuştu; kışlalarda, nezarethanelerde, mahpus damlarında. Duvar, çatılmış silah, dikenli tel, parmaklık, kelepçe, zincir ve darağacı günleriydi; 12 Eylül faşizminin günleri. Yüksek duvarların arkasında göz gözü görmeyen karanlık günler, ürkütücü sessizlik günleri. 

 

40 yıl önce 40 yıl sonra

 

Geçen zamanda radyo ve televizyon kanalları çığ gibi çoğaldı; sesi aktaracak aygıtlara bilgisayar, cep telefonu eklendi; silah setine insansız hava araçları, gaz bombası ilave oldu ve üstüne bir de kesintisiz nutuk günleri yeniden başladı. Yine göz gözü görmüyor, yine bir sesi, bir nefesi ayırt etmek imkânsız gibi; fakat bu sefer gözü görmez hale getiren karanlık değil, ışıktaki aşırılık ve sessizliğin ürkütücü geldiği aşırı gürültü günlerindeyiz. Sahne farklı ise de rejimin dikta karakteri aynı; kesintisiz nutuktan biliyoruz. Sözü, aklı ve vicdanı istisna halinin değirmeninde konuşanın sözü, aklı ve vicdanı ile eşitlemek için sürüyor kesintisiz nutuk. 

Karşı söz için, nutkun hâkimiyetini kırıp söyleşi imkânının kapılarını açmaya yarayacak karşı söz için bir yol gerekli bugün bize, tıpkı 40 yıl önce olduğu gibi. O karanlık ve sessiz günlerde, mahpushane ve kışla duvarlarının önünde, çatılmış silahların, dikenli tellerin ve demir parmaklıkların kuşattığı avlularda bir şair, Gülten Akın, kesintisiz nutkun emrettiği yolun tersine yürüyerek şiirin, nutka direnmek için, nutkun o günlerde dayattığı sessizliğe karşı söyleşi imkânını elde tutabilmek için elverişli bir araç olduğunu gösterdi. Gülten Akın’ın bütün şiirlerinde vardır nutka karşı söyleşi teklifi ve daveti, fakat bu yazıda “42 Günün Şiirleri”nden söz ediyorum; Mamak’ta o zaman devam eden açlık grevi vesilesiyle bütün o karanlığın politik, poetik ve etik tutanağından. İki ayrı konuşmanın, tek yönlü bastırıcı, zalim nutuk ile çift yönlü, konuşmaya, ses duyurmaya ve duymaya çalışan poetik söz; ilk özelliği, nasıl bir ortamda konuştuğunu bilmektir bu sözün:

 

“Aynı dille konuşuyor

Aynı dili konuşmuyoruz”

 

Zalimin gecesi mazlumun gecesi

 

Elbette, sadece bir tutanak, bir hafıza metni ya da bir estetik ürün olmaktan ibaret değildir kitap, baskı günlerinin karanlığını yarmaya çalışan politik ve etik direncin hem kendisi, hem aracıdır; yani hem içeriği ile bir mesaj taşır ve diyalog arar hem de biçimiyle mesaj ve diyalog çağrısıdır.

Karanlık günlerdi, dedik. Zifiri. Gece. “Zalimin gecesi mazlumun gecesiyle birdir.” Zulmün değişmez sahnesi: Zalimle mazlum baş başa. Acı, çığlık, kargış; zalimin kesintisiz nutkunun çektiği perdenin arkasındaki sesler. Duyulmaz ama ancak iğne deliğinden geçer. “Varır, sebebin kapısında durur.”

Mahpus tutulanların 42 gün süren açlık grevi sırasında yakınlarının mücadelesini kayda geçiren kitap, Türkçe politik şiirinin zirvelerinden altı dize ile açılır. Sonra, “Sonrasında” başlıklı “öykü” gelir. Şiirlerin adı yok çoğu zaman kitapta, ama öykülerin hepsinin var. İlk öykü parkla açılır, parktaki çiçeklerle, fakat renklerini şaşırmış çiçekler. Eflatun. Kırmızı, sarı ve beyaz tohumlardan eflatun çiçekler; hem göreni, hem bahçıvanı şaşırtan başkalaşım. “Öykü” dedik, şiirdir; açılıştaki şiirin de bir öykü oluşu gibi; zulmün öyküsü ve şiiri, demek ki direncin de öyküsü ve şiiri. Çiçek renklerindeki şaşırtıcı başkalaşım, öykülerdeki şaşırtıcı başkalaşımda yankılanır, şiir denilen türün hiçbir özelliğine yaslanmadan şiir kurulur öykülerde. 

 

İhlal

 

“42 Günün Şiirleri”, daha ilk iki sayfasında tür olarak şiir ile tür olarak öyküye yaslandığını gösterir, ikisinin de türsel kurallarını ihlal ederek. İhlal günleridir, kesintisiz nutuk kurulu hukuki düzeni ihlal etmiştir her şeyden önce, sonra kendi ilan ettiği kuralları da ihlal etmiştir. Egemenin, mutlak egemenin, kuralı ihlal etme gücüne sahip egemenin günleri. Cezaevlerindeki tutsaklar egemenin zulmüne varlıklarını ortaya koyarak cevap verirler, bir ihlal daha, yaşamak için yaşamlarını kalkan yaparlar, ölüm orucu günleri. Yasadaki ihlal, şeylerin düzenindeki ihlal, direniş imkânlarındaki ihlal, poetik ihlal olarak karşılanır kitapta.

Şair, açlık grevindeki oğlu ve arkadaşları için, mahpusların yakınlarıyla beraber parkta, avluda, duvarların önünde, dikenli tellerin arasındadır. O karanlık günlerde hak mücadelesi veren bir avuç insan. Şair de şiir de ordadır. Fakat “bizim kahraman çocuklar” ve “karşımızdaki pis kötü zalimler” ikiliğine dayalı sıradan bir sözün kuruluşuyla karşı karşıya değiliz “42 Günün Şiirleri”nde. Kitap ne “şiir” kesitlerinde (şiirler kesit kesittir evet, öyküler ise başı sonu belli bölümler halinde) ne “öykü” bölümlerinde böyle basit bir biz-onlar ikiliğine yaslanır. İçerde oğullar, kızlar, eşler vardır; dışarda analar, babalar, kardeşler. Kesintisiz nutkun emir komutasına içerdekiler bedenleriyle cevap veriyorsa, şair de hem direnenlerin tasviri, hem direnenlerin kaderi için mücadele edenlerin, parkta, avlularda bekleyenlerin iç (ruh) ve dış (beden) hallerinin tasviri ve hem de kesintisiz nutkun kıyıcılığının tasviriyle kendi cevabını üretir. O nutukta çatlaklar yaratmak, nutku o günlerde hükümsüzleştirmek mümkün değilse bile zaman içinde hükümsüzleştirecek sözü kurmaktır söz konusu olan.

 

Çığlık

 

Söz kurulacak. Peki nereden başlamalı? Sözün geri çekildiği, bedenin çektiği ya da şahit olduğu acıya söze ulaşamayan cevabından? Çığlıktan? “Avlu bir çığlıkla tamamlandı.” Çığlık, zulüm altındaki bedenin ağzından çıkacak yegâne sesken, şair çığlıktan, o acıyı gösteren ama anlatamayan sesten bir söz yaratmaya yönelir, şiirin anlamla anlamsızlık sınırındaki oyunlarına yaslanarak. Şiir ya çığlıktan önce, ya çığlıktan sonradır. Zulüm varsa acı vardır önce ve çığlık vardır, şiir değil; fakat şiir o acının çığlığından yeni bir söz kurabilir; ağıt olarak, itiraz olarak, ilenme olarak... Öyküye başvurma nedeni, “anlatılması” gerekeni anlatabilmek için şiirin anlam belirsizliğine yaslanan yanını dengelemeyi amaçlar; bir anlamda şiirden feragat söz konusudur. Çığlığı görebilmek için feragat, çığlığı gösterebilmek için feragat. 

 

“Benim de kollarım bağlı senin kelepçenle

Sağ elim tutmuyor tutmuyor

Yitirdim büyümü, şiirlerim uçtu

Solum yetmiyor.”

 

Bu feragat (alıntıladığım bölümdeki değil elbette, öykülerdeki) şiirin saf şiir olarak çığlığın yanında, çığlıkla ilgisiz kalma riskini bertaraf etmeyi amaçlar; öykü bölümlerinde açıkça görülen feragat şiirsizliği getirmez, tam aksine, şiir bölümlerindeki lirik titreşimin bütün kitaba yayılmasını sağlar esasen. Alıntıladığım dörtlük, feragatin zulümle bağlantılı bir mecburiyet olduğu imasını içeriyor, bu doğrudur da fakat aynı zamanda bir poetik strateji olduğunu da söylüyor. 

 

Gelenek ve yenilik

 

Türk şiirinde Nâzım Hikmet’in “Memleketimden İnsan Manzaraları, Tarantu Babu’ya Mektuplar” veya “Kuvayı Milliye Destanı” ile açtığı çığırda üretilmiş metinlerdendir “42 Günün Şiirleri”; fakat Nâzım Hikmet’in üç metninde de tek sesli bir anlatımın, bir tür nutkun hakimiyeti hiç kaybolmazken, “42 Günün Şiirleri”, tür olarak öykünün imkânlarını tür olarak şiirin mümkün kalabilmesi için iktibas eder; iktibasın başarısı, bir türün imkânlarının diğerinin hizmetine koşulması değil, iki türün de sınırlarının ihlal edilmesiyle gelir. 

Bu bakımdan “42 Günün Şiirleri”, yine Gülten Akın’ın kendi yazdığı “Seyran Destanı” veya “Celaliler Destanı”ndan da ayrılır; metinlerin birçok ortak yanına rağmen bu ayrılık belirgindir. Son ikisinde hakim ses nadiren kesilir, iki türün, anlatı ve şiirin imkânları, tek bir sesin sürükleyici hâkimiyetiyle birleştirilir; oysa “42 Gün”de bu türden bir yöntem izlenmez. Öyküler kurulurken yer yer şiirden stratejik feragat gözlense de bir mekanik “birleştirme” değil, bir molar birleştirme söz konusudur. “Celaliler”de ya da “Seyran”da herhangi bir figürün “iç dünyası” söz konusu değildir mesela, oysa “42 Gün” aynı zamanda iç dünyaları, metindeki figürlerin psişik hallerini aktarma başarısı gösterir. 

Nazım Hikmet ile birlikte andık madem, bir paragraf daha hak eder bu çağırışım: Nazım Hikmet’in sesi ve sözü uzaktakinin kaderine fazlasıyla ilgilidir lakin kendi güncelliğinden nispeten uzaktır: Taranta Babu bir uzak ülkeye Hindistan’a gider, Kuvayı Milliye Destanı ülkede kalır ama geçmişe üstelik resmi hikayeleştirmeye paralel biçimde kurulur. Memleketimden İnsan Manzaraları ise bazen gökyüzüne yükselerek kuşbakışı bakan, bazen öyükcükler eşliğinde yakından bakışa yönelen bir mekik hareketiyle kurulur fakat güncellik kaygısı taşımaz; enternasyonel, tarihsel ve siyasal kimi kabuller eşliğinde etkileyici söz arayışı güçlü biçimde öne çıkar. Şiirlere hakim ses bilgince, bilgece ve duygulu olduğu besbelli bir sestir fakat kendi benliğiyle dünya içinde değil gibidir. 42 Günün Şiirleri ise  doğrudan kendi varlığı, bedeni ve benliği ile dünyanın içinde olan birinin sesidir; enternasyonel ve tarihsel perspektifi de içerir üstelik ve resmi hikayenin tam karşısında yer alır. 

 

Anlatılan sadece mahpuslar ve dayanışmacıları değildir elbette; cezaevi görevlileri, askerler de hem kesintisiz nutka göre konumlarıyla, hem davranışlarıyla, hem iç dünyalarıyla yer alır metinde. Alegorik isimlendirmelerle dönemin politik figürleri (“Elma” ya da diğer adıyla “Romero Oblitas” mesela, yani Turgut Özal) de kitapta yerlerini alır. Dahası, içerde tutulanların birbirine göre “öteki” olanlar da vardır; bir “sağcı” mahpus anasıyla “oruç” münakaşası da anlatılır. Yine, olan bitenle hiç ilgilenmeyenlere de seslenir şair; o günlerin yadigârı olan bir “Susma sustukça sıra sana gelecek” sloganının içerimi, belirsiz okuyucuya, demek bütün topluma yöneltilir:

 

“Kardeş benim ölüp ölüp dirildiğimi

Şimdi dıştala sen umursama

Bugün benim başımdaki ağrı

Yarın senin de başında.”

 

Olan bitenin “dıştalanması, umursanmaması”nın en önemli aktörü, basın da metnin hedeflerinden biridir; ‘Hey Koca Basın’ başlığıyla, başlı başına bir bölüm ayrılır basına. Bugünkü partileşmiş medyasının atası olarak o günlerin devlet ideolojisi ve büyük sermayenin çıkarlarıyla örülmüş örümcek ağı olarak basın, “açlık grevi” meselesi etrafında güzelce tasvir edilir. Bütün bu bölümlerde şiirden bilinçli feragat görünür biçimde işbaşındadır, deklare de edilir bu feragat: 

 

“Yırttı yüzlerce dizesini

Çekti duyulan şiirlerinden adını

Sildi şiire dönüşen sözleri

Yüreğinden”

 

Feragatin bir boyutu da reddiyedir: 

 

“Reddetti güzelim şiirlerini

Sizi reddetti.”

 

Şiirin reddi? Zulüm anında şiir değil çığlık vardı, işte o çığlığı ve çığlık atanı bırakıp sadece şiirle ilgilenmenin, zulmü görmeyen bir şiirin reddidir bu, bilinçli poetik feragat. Şiirin şiirle reddedilmesi, şiirin en güçlü kabulüdür esasen. 

 

Bifo, “Nefes”te şiiri, “boğulmaktan kaçmanın yegâne yolu” olarak konumlandırır; Bifo’nun kastettiği şiir şu ya da bu şiir değil, şu ya da bu şairin şiiri değil, bir şiir anlayışı ya da geleneği değil, hatta bir edebi tür olarak şiir bile değil, tamamen dilsel bir soyutlama olarak, hatta metafor olarak şiirdir: Hölderlin’i Hegel’in karşısına koyarak, alıp verdiğimiz nefesle şiir arasında bir bağ kurar Bifo. Nefes varlığın gizli dokusu ve şiirsel ritmidir. Ritim, sadece ses salınımı ya da maddenin sesiyle değil, dünyanın titreşimiyle ilgilidir. Ritim, kozmosun en içteki titreşimidir ve işte şiir, “…(bu) kozmik titreşime, sürekli gelmekte olan bu zamansal titreşime duyarlı olma tecrübesidir.” Nefes ve semiois. “Hölderlin’in (ve aslında Bifo’nun) şiirden kastı, ortak deneyim alanını şekillendiren algısal biçimleri ve anlatı biçimlerini ortaya çıkaran göstergebilimsel bir akış”tır. 

Bifo, bu “şiir”i, yaşadığımız çağın genel duygusuna, “fiziksel ve psikolojik nefessizlik” haline karşı soyutlar, hem bir tür nefes borusu, hem bir tür terapi aracı gibi görür şiirde. Mühendisliğin yaşamı nefessizleştirdiği çağda, mühendisin de kurtuluşunu burada görür. Böylece “şair ve mühendis” ittifaka davet edilir. “42 Günün Şiirleri”, Bifo’nun bugün için bir çıkış yolu, bir terapi, bir direniş aracı olarak gördüğü şiirin 40 yıl önce işbaşında oluşunun ürünüdür. Yanlış anlaşılmasın, Bifo’nun söyledikleri Gülten Akın’ın şiirini açıklamıyor ya da anlamlandırmıyor, Gülten Akın’ın şiiri Bifo’nun peşine düştüğü imkân kapısının ne kadar önemli olduğunu kırk yıl önceden kanıtlıyor; Bifo’ya bir tamamlayıcı vurgu (tashih de diyebilirdim) getirerek: Şiir sadece anlam oluşturma potansiyelinin ve yöntemlerinin biricikliğiyle nefes açan, ruha ve bedene sağaltıcı müdahaleler getiren şey değil, bunların yanında karanlığa (ya da aşırı ışığa) karşı direniş yolu arayanların mücadelesine imkânlar katan ve o mücadeleyi ortaklaştıran şeydir de. Filozofun ittifak çağırısı ve arayışı, şairin şiir eylemiyle hem öncelenir hem onaylanır zaten:

 

“Çatılmış darağaçları

Gelip durmuş kapımıza ölüm

Ses ver sesimize bir ufacık ses

Susarsan

Ya ölüsün ya ölümle birsin”

 

 

KAYNAKLAR

 

Franco ‘Bifo’ Berardi, Nefes, Kaos ve Şiir, Yort Kitap; çeviren Nalan Kurunç.

 

 

https://t24.com.tr/yazarlar/murat-bjedug/gulten-akin-definesinde-kizildere-adi-sebo-kara-bir-oglan-ah-sebo-sebo-can,13295

 

http://yeniyasamgazetesi2.com/farkina-var-ragip-zarakolu/

 

 

https://t24.com.tr/k24/yazi/gulten-akin-olus,2660

 

https://birikimdergisi.com/guncel/8002/birinci-olum-yildonumunde-gulten-akin

 

https://birikimdergisi.com/dergiler/birikim/1/sayi-136-agustos-2000/2328/hapishane-rejimi-bir-seri-katil-zihniyeti/2488

 

https://edebiyatburada.com/haden-oz-yazdi-gulten-akinin-cigligi-insan-insanin-bununa-yetismeli/

 

https://www.birgun.net/haber/ellerini-gorsem-oglumun-7657

 

 

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

12 Eylül bildirisinin tam metni

15 Temmuz darbe girişimi bildirisinin tam metni