Sevdiğine Voltaire, sevmediğine Hitler
“Terör” deyince akan sular dursun isteniyor. Duruyor da. Buz kesiyor. Memleket kutup iklimi yaşıyor bu nedenle. Bugün “terör”le estirilen dondurucu fırtınalar, örneğin 1985’te adlı adınca estiriliyordu: “Kürt” denilince akan sular duruyordu. Kürt yoktu. Varlık alameti göstermemeliydi. Gösteren de yok edilirdi. Bugün artık “Kürt” denilerek bu işler yapılamıyor, o zaman metaforlar devreye giriyor: Terör. Terör, bir metafordur, bir hukuk kavramı değil.
Terör metaforu bugün Adalet ve Kalkınma Partisi tarafından iki ucu keskin bıçak olarak belirli bir amaç için kullanılıyor: Birinci amaç, Kürt’ün varlık çabasına hak ve özgürlükler, kısaca hukuk ekseninde bir cevap vermek yerine kanun kırbacıyla cevap vermek için. Bu Kürt’ün payı. İkinci amaç, bu metaforu kullanarak kendi iktidarını pekiştirmenin, kendi arzuladığı rejimi kurmanın önündeki engelleri aşmak. Meclis’te hummalı bir çalışma var, Halkların Demokratik Partisi’nin milletvekillerinin dokunulmazlıklarını kaldırmak üzere. Nasıl meşrulaştırılıyor: Aynı metaforla: Terör. Peki sadece dokunulmazlıklar mı kaldırılacak? Elbette hayır: Yapılan şey, yeni rejimin arzuladığı işleyişi kurmak için engelleri kaldırmak. HDP’nin dokunulmazlığı kaldırılmıyor, yeni rejimde ayak bağı olarak görülen parlamento kaldırılıyor.
Siyasal sistem ve onun kurumlarındaki bu tasarrufların uygulama usulü, hemen hemen her alanda geçerli. Mesela gazetecilik. Siyasal hedeflere engel teşkil eden her kurum, kuruluş, kişi ve grup faaliyetleri terör metaforuyla tasfiye edilirken, aynı işlem gazetecilik için de aynı usulle tekrar ediliyor. Bir zamanlar Kürt medyası başta olmak üzere muhalif çizgideki yayınlara ve gazetecilere uygulanan terör tarifesi, artık bu sınırlı alanı taşmış durumda. Örneğin Cumhuriyet gazetesinin, Erdem Gül ile Can Dündar’ın başına gelenler, 1980 sonrası Kürt ve sol-sosyalist medyaların başına gelenlerin kendi alanından taşmış halinden başka bir şey değil. “Ama bu gazetecilik değil. Örgüt. Terör faaliyeti.”
Bu tarife, bu usul bir kere kabul edildi mi, benimsendi mi, tüm alanlarda uygulama meşruiyeti kazanması an meselesidir diye tekrarlayıp durdu meselenin farkında olanlar; paylarına adliye koridorları, cezaevi ranzaları düştü ısrarcı olanların. Şimdi artık bu temel usul haline geldiyse, örneğin 1990’larda Kürt medyasına reva görülenlerin meşru görülmesi temel etkendir. Gazete dağıtıcılarından muhabir ve editörlerin kurşunlanmasına ve nihayet gazete binasının bombalanmasına varan bu saldırgan tarife ve usule ses çıkarmamanın hatta memnun olmanın cezası bugün gazetecilik faaliyetinin neredeyse imkânsız hale gelmesi olmadı mı?
Söylemeye gerek var mı? Mesele bir yayını beğenmek beğenmemek değil, mesele bir gazetecilik tarzını onaylamak onaylamamak değil, mesele mesleğin varlık ve çalışma koşullarına sahip çıkmak. Yaşama, var olma hakkını kullanamayanlar nasıl eleştirilebilir ki? Son yıl içinde yoğun baskılara maruz kalan Cumhuriyet gazetesinin, Gülen cemaatı yayınlarının, hükümete müzahir olmayan her kim varsa onun başına gelenlere, getirilenlere olduğu kadar Kürt medya kurumları ve çalışanlarının başına gelenlere, getirilenlere itiraz etmemek, gazeteciliğin var olma ve çalışma imkanlarına sahip çıkmamak demektir. Sevdiğine Voltaire, sevmediğine Hitler tarifesi uygulamak sevdiğini korumanın yolu değil. Bu yolun sonu belli: Parlamentosuz, gazetesiz, hukuksuz bir toplum. Bunun bir toplum olmadığını görmek için, o günleri beklemek gerekmez.
(Özgür Gündem, 5 Mayıs 2016)
Yorumlar
Yorum Gönder